Sigmund Freud, 1938 yılında neredeyse Viyana’dan sağ çıkamayacaktı. Alman ordusu şehre girdikten üç ay sonra, 4 Haziran günü Doğu Ekspresi’ne binerek şehri terk etti. Askerler, vakit kaybetmeden Viyanalı Yahudilere zulmetmeye başladıysa da —Viyana’da bulunan CBS radyosu muhabiri Edward R. Murrow, Şehre giren Alman askerlerinin Yahudi evlerinin yağmalandığına şahit olmuştu— Freud, arkadaşlarının kaçması yönündeki ısrarlarına direnmişti. Ancak Gestapo'nun kızı Anna’yı tutuklayıp sorguya çekmesinden sonra fikri değişti. Kaçarken ailesinin bir kısmını yanına almayı başardı, ancak dört kız kardeşi arkasında kaldı. Kardeşlerinin her biri kamplarda hayatını kaybetti; biri Theresienstadt’ta açlıktan, ötekilerse Auschwitz ve Treblinka’da, büyük olasılıkla gaza maruz kaldığı için.
Freud Londra’ya sığınmıştı, arkadaşları onu Hampstead’de, şimdilerde Freud Müzesi olan büyük bir eve yerleştirdi. 28 Haziran 1939 günü, Virginia ve Leonard Woolf, Freud’a çay ziyaretine geldi. Hogarth Press’in sahibi ve kurucusu olan Woolf çifti, 1924’ten beri İngiltere'de Freud’un yayıncısıydı; Hogarth daha sonraları, Anna Freud ve James Strachey editörlüğünde Freud eserlerinin Standart Baskı olarak bilinen yirmi dört ciltlik çevirisini de yayımladı. Woolf çiftinin Freud ile yegane buluşmasıysa bu oldu.
İngilizce, Freud’un hakim olduğu pek çok dilden biriydi. (Hampstead’e yerleştikten sonra BBC onun bir konuşmasını kayda almıştı, Freud’un var olan tek kaydı da buydu.) Ancak artık seksen iki yaşındaydı ve gırtlak kanseriyle boğuşuyordu, Woolf çiftiyle sohbeti de oldukça tuhaftı. Virginia günlüğünde onun, “heykelciklerle dolu harika bir kütüphane içinde, titizlikle düzenlenmiş geniş bir masada oturduğunu” yazıyordu, “Fena hâlde çökmüş yaşlı bir adam: Bir maymunun ışıltılı gözleriyle, durağan ve düzensiz eylemleriyle anlaşılmaz: ama tetikte.” Freud, demode bir resmiyet ve nezaket içinde Virginia Woolf’a bir nergis takdim etti. Sahne özenle hazırlanmıştı.
Woolf çifti şöhretten kolaylıkla, sahne düzeninden ise kesinlikle etkilenmezdi. Çayın etkileşimdeki yerini idrak etmişlerdi. Virginia serinkanlılıkla, “Tüm mülteciler, olur da bir ekmek kırıntısına rastlarlar diye gagasını açmış bekleyen martılar gibidir,” yazmıştı günlüğüne. Ancak yıllar sonra otobiyografisini yazan Leonard, Freud’un onda uyandırdığı hissiyatı, “Tanıştığım insanlardan yalnızca birkaçında müthiş bir nezaket duygusuyla karşılaştım, ancak bu kibarlığın ardında müthiş bir kuvvet… Yaman bir adam vardı.” sözleriyle anıyordu. Freud, 23 Eylül 1939’da, II. Dünya Savaşı başladıktan üç hafta sonra kendi evinde son nefesini verdi.
Bu sırada Hitler ve Stalin’in Avrupa dışına sürdüğü psikanaliz hareketi, pratisyenlerin dostça karşılandığı Londra ve New York’ta kendisini yeniden inşa etmekteydi. Vaktiyle Viyana, Berlin, Budapeşte ve Moskova gibi şehirlerin merkezi olduğu psikanaliz Orta Avrupa’dan↓ çıkmış bir üründü, bu yüzden büyük ölçüde Anglo-Amerikan bir fenomene dönüşmesi olanaksızdı. Hitler’in iktidarda kaldığı yirmi sene boyunca, yalnızca elli civarında Freudyen psikanalist (Freud’un bir defa ziyaret ettiği ve burun kıvırdığı bir ülke olan) ABD’ye göçtü. Yine de göç edenler alanının önemli isimleriydi ve Amerikan psikiyatrisinde iktidarı devraldılar. Savaş bittikten sonra bile Freudyen psikanalistler üniversitelerdeki makamlarını korudu, tıp fakültesi müfredatını dikte etti ve DSM’in↓ ilk iki baskısını yazdı. Psikanalitik teori, hastaların tedavisine kılavuzluk etti ve 1950’lerin ortalarına gelindiğinde, ABD’deki hastanelerde yatan hastaların yarısına bir zihinsel hastalık tanısı konmuştu.
Psikanalizin en önemli icraati, zihinsel hastalıkların tedavisini akıl hastaneleri ve bakımevlerinden ofislere taşıması oldu. Psikanaliz diyaloğa dayalı bir terapidir, yani normal işlev gösteren insanlar da bu tedaviden yararlanabilir. Bu biçimde bir terapi talep eden insanlar arttıkça terapistlere yönelik ihtiyaç da büyüdü ve savaşı takip eden yıllarda psikiyatri hızla yükselişe geçti. 1940’ta Amerikalı psikiyatristlerin üçte ikisi hastanelerde çalışıyorken, 1956’ya gelindiğinde bu sayı yüzde on yediye kadar gerilemişti. 1954 yılında Amerikalı tıp öğrencilerinin %20.5’i uzmanlık için psikiyatriyi seçti ve böylece psikiyatri tercih rekoru kırdı. Bu öğrencilerin büyük bölümü bir miktar da olsa psikanaliz eğitimi aldı ve 1966 yılında dörtte üçü, hastaların tedavisinde “dinamik yaklaşımı” kullandıklarını bildirdi.
Dinamik yaklaşım, duygularımızın kaynağının bizden saklanmış olduğunu, hislerimiz hakkında terapiste anlattıklarımızın da aslında olup biteni yansıtamayacağını belirten temel Freudyen ilkeye dayanır. Aslında var olan, inkar ettiğimiz, bastırdığımız, yücelttiğimiz ya da aktarım mekanizması vasıtasıyla terapiste yansıttığımız unsurlardır, terapinin amacı da bu unsurları gün yüzüne çıkarmaktır.
Şaşırtıcı biçimde, soyut sistemlere klişe biçimde alerjik olan Amerikalılar bu zihin modelini çok çekici buldular. Pek çok bilim insanı bunun sebebini açıklamaya girişti, ki şüphesiz pek çok gerekçesi bulunuyor, ancak antropolog Tanya Luhrmann’ın açıklaması basitti: öteki teoriler daha da beterdi. Luhrmann’ın da yazdığı gibi, “Freud’un kuramları, mum fabrikasındaki bir el feneri gibiydi.” Freudyen kavramlar, kateksisler↓, perde anılar↓ ve ters tepki oluşturma↓ konuları hakkında yazan entelektüellerce alınıp popüler söylemin içine çekildi. Tek kelime Freud okumamış insanlar, süperego, Oidipus kompleksi ve penis hasedi hakkında gayet kendinden emin konuşuyordu.
Freud, 1950’li yılların anti-ütopya siyaseti için de bir materyal haline geldi. Freud and the Crisis of Our Culture↓ kitabında Lionel Trilling ve Freud: The Mind of the Moralist↓ kitabında Philip Rieff gibi aydınlar, Freud’un bizlere insanın mükemmelleştirilebilirliğinin de bir sınırı olduğunu öğrettiği iddiasında bulundular. Popüler dergiler Freud’u Kopernik ve Darwin ile kıyasladı. İddialar büyüktü. 1957 yılında Freud and the Twentieth Century↓ kitabının editörü, “Yirminci Asır, tarihe Freudyen Yüzyıl olarak mı geçecek?” sorusunu okurlara yöneltiyordu, “Atomun parçalanması ve yeni kozmos haritasının belirsiz neticelerden ziyade Freud’un çalışmalarından doğan yeni farkındalık biçimleri, bilincimiz ve en derinde yatan yaşantılarımız için daha özgün bir sembol olamaz mı?”
İngilizce departmanlarındaki profesörler de doğal olarak bu harekete nasıl katılabileceklerine kafa yoruyordu. Bir yol bulmakta pek zorlanmadılar. Zira, edebi metinleri de bir psikanalistin hastasının sözlerini ele aldığı biçimde incelemek zorlama bir iş değildir. Öğretmenler “gizli anlamlar” ifadesinden pek hoşlanmasa da, bir alt metni çözmek ya da bir örtülü anlamı veya ideolojiyi açığa çıkarmak, akademik türdeki birçok edebi eleştiride kullanılan yöntemlerdir. Bu yüzden Freudculuk, mütemadiyen bu girişimlerine ahenk ve tutarlılık kazandıracak bir teorik düzenek arayışındaki akademik eleştirmenlerin işleri için biçilmiş kaftandı. Psikanalizin tüm meselesi de şifreleri açığa çıkarmak ve çözmek üstüneydi.
Bu imkanlar hususunda heyecanlı profesörlerden biri de Frederick Crews’tu. Crews, doktorasını E. M. Forster hakkında yazdığı tezle 1958 yılında Princeton’dan aldı. Crews tezinde, Forster’ın kitaplarından yola çıkarak yazarın fikirlerini açıklıyordu. Forster’ın yazdıkları, olduğu gibi düşünce tarihine yönelik bir eleştiriydi ve Crews bunu hayli sıkıcı bulmuştu. Yale’da öğrenciyken Nietzsche’yi çok sevmiş, Nietzsche ise onu Freud’a götürmüştü. Forster hakkında yazdığı kitap 1962’de yayımlandığında Crews artık Berkeley’de profesördü ve ikinci kitabı The Sins of the Fathers↓ Nathaniel Hawthorne’u konu alan psikanalitik bir incelemeydi. The Sins of the Fathers, psikanalitik edebiyat eleştirisinin öncü çalışmalarından Norman Holland imzalı Psikanaliz ve Shakespeare ile birlikte 1966 yılında çıktı. Crews, alanla ilgili lisansüstü seminer dersleri vermeye başlamıştı.
Ayrıca Crews, Fakülte Barış Heyeti eş başkanı olarak üniversitedeki savaş karşıtı eylemlere de katıldı. O günlerde Berkeley’deki pek çok insan gibi o da radikalleşmişti ve Freud’a karşı ilgisini de radikalliğinin bir parçası olarak görüyordu. Daha sonraları belirttiği gibi, Freud’un “dogmatik açıdan isyankar yorumları mümkün kıldığı” düşüncesindeydi. Aslında Freud, radikal siyaseti pek önemsemezdi. Toplumsal dönüşümün insanları daha mutlu ve sağlıklı kılacağı inancının bir yanılgı olduğunu düşünüyordu; Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları kitabının ana fikri de buydu. Ancak, (bu çıkarıma varmak için, Herbert Marcuse ve Norman O. Brown gibi yazarların yaptığı gibi Freud’un teorilerini eğip bükmek gerektiği hâlde) Crews, Freudculuğun her nasılsa liberalleştirici olduğunu öne sürdü ve bu iddia altmışlı yıllarda büyük ilgi gördü.
1970 yılında Crews, psikanalitik eleştiriyi destekleyen denemelerden oluşan Psychoanalysis and Literary Process↓ adlı seçkiyi yayımladı. Yalnız korkmaya başlamıştı. —1970’lerde “Berkeley” büyük ölçüde yeniden “Kaliforniyalı” hâline geri dönmüş, siyaseten durgun bir okul olmuştu— ve Crews da radikal siyasetten giderek uzaklaştı. Verdiği lisansüstü seminer dersleri ona, psikanalitik eleştiride fazla basit kaçan bir şeyler olduğunu düşündürmüştü. Öğrencileri birbiriyle çelişen psikanalitik yorumlar sunuyor ve bunların tümü de kulağa doğru geliyordu, ancak bu durumda vaziyet bir pratik zeka yarışından ibaret kalıyordu. Bir yorumun ötekinden daha doğru olduğunu ispat etmenin hiçbir yolu yoktu. Buradan hareketle, psikanalist çalışmalarda bir tür serbest yorumdan fazlası olmadığı sonucuna vardılar. Psikanaliz, dairesel↓ ve kendisini kendisiyle haklı çıkaran bir yöntem gibi gözükmeye başlamıştı.
Crews, giderek büyüyen hayal kırıklığını, 1975 yılında yayımlanan Out of My System↓ kitabındaki denemelerle dile getirdi. Hâlen Freud’un felsefesinin affedilebilir olduğuna inansa da, 1993’te yayımladığı Skeptical Engagements↓ kitabında açıkça belirttiği gibi, bu fikirlerin devri kapanmak üzereydi. 1993 yılında ise Crews, The New York Review of Books dergisinde yayımlanan The Unknown Freud↓ makalesiyle ortaya olgun bir Freudculuk eleştirisi sürmüş, ayrıca Freud muhalifleri↓ olarak bilinen bir grup revizyonist bilimcinin öncüsü olmuştu.
Makalede revizyonistler birkaç kitabı inceledi. Crews, psikanalizin zaten tıp biliminde saygınlığını yitirdiğini yazıyordu; şimdilerde araştırmacılar, muhtemelen Freud’un bir şarlatan —kuramında bilimsel gerçekleri kasten saptırarak böbürlenen menfaatçi bir adam— olduğunu gösteriyordu. Ardından Crews aynı dergide bir makale daha yazdı ve —çocukların sözde bastırılmış anılarına dayanarak yetişkinlerin cinsel istismarla suçlandığı— sahte anı vakalarından Freud’un bilinç dışı teorisini sorumlu tuttu.
Crews’un yazdığı makaleler, o güne kadar görülmüş en hınçlı entelektüel tartışmalarından birine yol açtı ve Review da curcunadan nasibini aldı. Dergiye öfke dolu mektuplar yağıyor, yazarlar kendilerine ayrılan satırların Crews’un hataları ve yanlış beyanlarından fazlasını yazmaya müsaade etmediğinden yakınıyordu, bu eleştiriler dergi sütunlarının büyük bölümünü uzun süre meşgul etti.
Çoğunlukla Review’a kırgınlıklarını mektuplar yollayanlar, derginin her zaman son sözü kendi yazarlarına bıraktığı ve Crews’un da bu imtiyazdan memnuniyetle ve sonuna kadar faydalandığı gerçeğini gözden kaçırmış gibi görünüyor. Tüm bunları göz önünde bulundurunca Crews, elinden geleni ardına koymuyordu. 1995 yılında Review için yazdığı makaleleri The Memory Wars: Freud’s Legacy in Dispute↓ adı altında kitaplaştırdı. Üç sene sonraysa Freud eleştirilerinden oluşan bir seçki olan Unauthorized Freud: Doubters Confront a Legend↓ kitabının editörlüğünü üstlendi. Crews, 1994 yılında öğretmenlikten emekli oldu ve hâlen Berkeley’de fahri profesör olarak görev almaya devam ediyor.
Freud’un Amerika’daki itibarının çizdiği kavsin izleri, Crews’un kariyerinde kendini belli ediyor. Psikanalitik kuramın etkisi, Crews’un düşünce tarihi tenkitinden psikanalitik eleştiriye geçiş yaptığı ellili yılların sonunda zirve yaptı, Crews’un lisansüstü öğrencilerinin sınav kâğıtlarında bariz bir daireselliği fark etmeye başladığı altmışlı yılların sonunda da düşüşe geçti. Bu düşüşte toplumsal dönüşümün de payı vardı. Freudculuk, kadın hareketiyle ilişkili yazarların hedefi hâline gelmişti; Kadınlığın Gizemi’nin yazarı Betty Friedan ve Cinsel Politika’nın yazarı Kate Millett, tıpkı yıllar evvelinde Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet kitabında yaptığı gibi, Freudculuğu (haklı olarak) cinsiyetçiliğinden vuruyordu.
Psikanaliz, tıp camiasında da kan kaybediyordu. Psikanaliz sonucunda iyileşme oranlarının düşük olduğunu öne süren makaleler bir süredir ortalıkta dolaşıyordu. Ayrıca depresyon ve anksiyetenin ilaç tedavisiyle düzeldiği fark edilince, yüzlerce saati bulabilen terapiler insanlara en iyi ihtimalle verimsiz, en kötü ihtimalle de bir aldatmaca gibi görünmeye başladı.
Hastaların tedavi masraflarını düzenleyen firmalar↓ ve sigortacılık sektörü bu aşikar sonuca ulaştıktan sonra, DSM’in 1980’de çıkan üçüncü baskısında Freudculuğun neredeyse tüm izleri silinmişti. DSM-III, bir söylentiye göre erkekler tuvaletindeki bir pisuvarın üzerine Freud fotoğrafı asılan Washington Üniversitesi’ndeki bir grup psikiyatrist tarafından kaleme alındı. 1999 yılında American Psychologist↓ dergisinde yayımlanan bir makale, “psikoloji bilimine hakim olan eğilimin, psikanalitik çalışmaları uzun yıllardır göz ardı ettiğini” gösteriyordu.
Bu süre zarfında psikanalizin yalnız öncüsü olan Freud’un imajı da zedelenmeye başladı. Freud’un öğrencileri ve özellikle Freud’un ilk biyografisini yazan Galli psikanalist Ernest Jones, bu imajı özenle kurgulamıştı. (Jones, Naziler şehre girdiğinde Freud’u kaçmaya ikna etmek için Viyana’ya bile gelmişti.) Jones’un kaleme aldığı üç ciltlik yaşam öyküsü 1950’lerde yayımlandı. Ancak bu imajı asıl yaratıp geliştiren Freud’un ta kendisiydi. 1938 yılında BBC’ye verdiği küçük röportajda bile (“gerçekler” olarak bahsettiği) tespitleri için ödediği ağır bedelden ve bu tespitlere karşı çıkanlarla mücadelesinden bahsediyordu.
Yetmişli yıllarda, Henri Ellenberger ve Frank Sulloway gibi tarihçiler, Freud’un bilinç dışına dair öne sürdüğü çoğu görüşün özgün olmadığını ve kuramlarının, kazanılan vasıfların kalıtsal olarak aktarılabileceği (Lamarkçılık) gibi on dokuzuncu yüzyıl biyologlarından kalma demode görüşlere dayandığını gösterdi. 1975 yılında Nobel ödüllü tıbbi biyolog Peter Medawar, psikiyatriyi “yirminci yüzyılın en etkileyici entelektüel özgüven hilesi” olarak anıyordu.
Felsefe departmanı, Anglo-Amerikan aydınları içinde Freudculuğa her zaman kuşkuyla yaklaşanlar arasındaydı. Kıta filozoflarıyla↓ ilgilenen Stanley Cavell gibi birkaç felsefeci Freud’a merak sarmıştı. Ancak bilim felsefecilerine göre psikanaliz bilgisine dayanan iddialar her zaman şüpheliydi. Pittsburgh Üniversitesi’nde çalışan bilim felsefecisi Adolf Grünbaum, psikanaliz esaslarının bilimsel olmadığını göstermek amacıyla tasarladığı ve fazlasıyla kapsamlı bir psikanaliz yorumu olan The Foundations of Psychoanalysis↓ kitabını 1985’te yayımladı.
Freud’un biyografisi de revizyonistlerin dikkatinden kaçmamıştı. Kendini “psikanalizin serseri tarihçisi” olarak tanımlayan Peter Swales, Freud’un yaşam öyküsünü inceleyen ekibin başındaydı. Liseyi yarıda bırakan Swales, altmışlı yıllarda The Rolling Stones grubunun asistanı olarak çalışmıştı. Asistanlık, bırakması güç bir meslek gibi görünebilir fakat Swales 1972 civarında işten ayrıldı ve aynı sıralarda Freud’a merak sararak kendisini Freud’un yaşantısıyla ilişkili tüm ayrıntıları keşfetmeye adadı. (Swales, Janet Malcolm’ın Freud revizyonistlerine ilişkin parlak ve eğlenceli çalışması In the Freud Archives’ta↓ incelediği iki kişiden biriydi —ötekiyse Jeffrey Moussaieff Masson’dı.—)
Swales’ın en çarpıcı iddiası, Freud’un baldızı Minna’yı hamile bırakması, ona kürtaj yaptırması ve tüm bunları farazi bir vaka öyküsü olarak kodlamasıydı —bu Sherlockvari hikâye, (daha sonraları iddiaları doğrulayan kimi kanıtlara rastlansa da peşine düşmek için fazla iddialıydı.) Ayrıca Swales ve başka araştırmacılar, Freud’un, kendi teorilerine dayalı tedavilerinin sonuçlarını düzenli olarak saptırarak yazdığını gösterdiler. Freud’un terapi sırasında aldığı notları imha etmediği nadir vakalardan Ernst Lanzer —Fare Adam— vakasında da bulguların çarpıtıldığı açıkça anlaşılıyor. Ayrıca, kimi ayrıntıları günümüze ulaşan kırk üç tedavilik bir çalışmada, Freud’un bir analizi yürütme hususunda kendi koyduğu kuralları bariz şekilde çiğnediği de ortaya çıktı.
İngiliz araştırmacı E. M. Thornton, 1983 yılında yayımladığı Freud and Cocaine↓ adlı kitabında, kariyerinin ilk yıllarında (o sıralarda yasal ve gözde bir ilaç olan) kokainin tıbbi amaçlarla kullanılmasını destekleyen Freud’un, 1899 çıkışlı Rüyaların Yorumu’ndan seneler evvel kokaine bağımlı olduğunu iddia etti. Freud, arkadaşı Ernst Fleischl von Marxow’u morfin bağımlılığından kurtarmak için kokaini kullanmış, tedaviden sonra her iki maddeye de bağımlı hâle gelen Fleischl kırk beş yaşında hayatını kaybetmişti. Thornton, ilk yıllarında Freud’un çoğu makalesini kokain etkisindeyken yazdığını ve bu durumun makalelerdeki yarım yamalak verileri ve deli dolu iddiaları da açıkladığını öne sürdü.
1995’e gelindiğinde, hem psikanalizin bilimsel yeterliliğini sorgulayan kanıtlar hem de insanların Freud’un kişiliğine karşı kuşkusu iyice arttı ve revizyonistlerin (psikanalizi gereğinden daha olumlu tanıtacağı gerekçesiyle) Kongre Kütüphanesinde Freud anısına düzenlenecek büyük serginin ertelenmesi için baskı yapmasını mümkün kıldı. Crews bu gayretlerini, “11. Kısım’dan↓ yararlanan bir işletmenin lekelenmiş imajını düzeltme girişimi” olarak adlandırıyordu. Sergi mecburen yeniden tasarlandı ve 1998 yılına dek açılmadı.
Aynı sene, Kanadalı felsefe profesörü Todd Dufresne, Crews ile röportajında ona Freud mesaisinden paydos etmeye hazır olup olmadığını sordu. Crews, “Elbette,” diye yanıtladı, “Aynı temel eleştiriyi yaklaşık yirmi sene boyunca açıklayıp örneklendirdikten sonra, artık yalnızca ilgili tarafları Skeptical Engagements↓, The Memory Wars↓ ve Unauthorized Freud↓ kitaplarıma yönlendireceğim.” İşler umduğu gibi gitmeyecekti.
Crews, Freud ve Freudculuk ölmüş gibi dursa da bundan tamamen, yüzde yüz emin olamayacağımız için endişeli görünüyor. Freud da Don Juan’daki Kumandan gibi ilk perdede öldürüldükten sonra, finaldeki akşam yemeğinde Taştan Misafir↓ suretinde ortaya çıkabilir. Bu yüzden Crews, —öznesinin buz kesmiş kalbine saplanan 660 sayfalık bir kazık niteliğindeki— yeni kitabı Freud: The Making of an Illusion’ı↓ yazmak için on bir yılını verdi. Bu yeni kitapta Crews, revizyonistlerin elli yıldır topladığı bilgileri sentezliyor, öteki araştırmacıların (tamamı kabul görmüş) bulgularını yineleyip güçlendiriyor ve ilaveten Freudculuğa birkaç ithamda bulunuyor. Crews’un insanı kendine çeken düzenli bir tarzı ve anlatacak harika bir öyküsü var, ancak Freud’u saplantı düzeyinde bir acımasızlıkla eleştiriyor. “Dengeli” bir üslubu besbelli bir nevi aldatmaca olarak görüyor ve bu da yazarla hemfikir okurların bile kitabı okurken zorlanmasına sebep oluyor. Öyle ki, kitap okura bir diş sarımsakla beraber gönderilse yeridir.↓
Freud’un fikirlerine merak saran çoğu insan ilk olarak, Freud kırk üç yaşındayken yayımlanan Rüyaların Yorumu’nu okumaya başlar. Crews, 533’üncü sayfaya dek bu kitaptan hiç bahsetmiyor. Ayrıca Freud’un daha sonraki çalışmaları arasında yalnızca 1900 yılında Ida Bauer adında bir kadınla yürüttüğü (yarıda kalmış) tedaviyi anlatan ve 1905 yılında Dora: Bir Histeri Vakası Analizinden Parçalar adıyla yayımlanmış Dora vakasından etraflıca bahsediyor. Crews, Freud’un I. Dünya Savaşından evvel yayımladığı —Fare Adam, Kurt Adam, Küçük Hans, Daniel Paul Schreber’in incelemesi ve Leonardo Da Vinci’ye ilişkin kitabı gibi— meşhur vaka öykülerine de kısaca değiniyor. Kitapta, Freud’un —Totem ve Tabu, Bir Yanılsamanın Geleceği ve Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları gibi— sosyal psikoloji üstünde önemli etkileri bulunan çalışmaları ise büyük ölçüde göz ardı ediliyor.
Gerçi Crews, kitabının başlığında kullandığı “yanılsama” sözcüğüyle Freudculuğu kastetmiyor. Kastettiği Freud’un ta kendisi. Uzun yıllar boyunca Freud, zihnin kirli eskici dükkanına girme cesaretini göstermiş cesur bir bilim insanı ve korkunç bir bilgeliğin vücut bulmuş hâli —bir nergisin asla sadece bir nergisten ibaret olmadığı, zihnin altında arzular ve öfkeyle dolu bir yılan deliğinin yattığı hakikatiyle yüzleştiği hâlde hâlâ misafirleriyle çay içebilen bir adam— olarak anıldı. Yeats, bir dizesinde↓ tüm yaşadıklarına rağmen hâlâ ışıltı içinde ve neşeyle bakan gözleri tasvir eder. Woolf çiftini 1939’da Freud ile tanışmaya götürecek kadar etkileyen şöhret de besbelli buradan geliyordu.
Crews, Freud’un ömrünün psikanalizinkinden daha uzun olduğuna inanmakta haklı. Yıllardan beri Freud’un teorisindeki —penis haseti veya ölüm dürtüsü gibi— düpedüz mantıksız unsurları saf dışı bırakan yazarlar bile, onun insanın dünyasını cesurca anlatmasına büyük saygı gösterdi. Bu karakteri sayesinde insanlar Freud’u bir bilim adamından ziyade insan zihnini konu alan bir çeşit şair olarak belledi. Ve herkes, şairlerin fikirlerinin çürütülemeyeceğini bilir. Hiç kimse Kayıp Cennet’i↓ sorgulamaz: oysa bu, onda yazanların doğruluğunu mu gösterir? Freud ve öne sürdüğü kavramlar da artık metaforlara dönüşmüş, zombiler ordusuna katılmıştı.
Artık bu şahsiyete dair söylenecek yeni bir söz var mıdır? Crews’un yeni kitabını yazma vesilelerinden biri de Freud’un nişanlısı Martha Bernays ile yakın zamanda ortaya çıkan yazışmaları oldu. Freud 1882’de, yirmi altı yaşındayken nişanlandı ve dört yıl nişanlı kaldı. Bu sürenin çoğunu Martha ile ayrı şehirlerde geçiren Freud, hemen her gün nişanlısına mektuplar yazdı. Bu mektupların yaklaşık bin beş yüz tanesi günümüze dek ulaştı. Crews ise bu yazışmayı büyük bir mesele hâline getirdi ve mektuplarda tasvip etmediği pek çok ayrıntıya rastladı.
Kim sevgilisine yazdığı mektuplar yüzünden yargılanmak ister ki? Mektuplardan alıntıladığı pasajlarda Crews, bu toy ve savunmasız gencin aslında —tümüne aşk mektuplarında rahatça rastlayabileceğimiz— hırslı ve güvensiz, kibirli ve yoksul, coşkulu ve aceleci gibi sıfatları olduğunu meydana çıkarmış gibi görünüyor. Mektuplarda Freud, “Bilimin beni sömürmesine müsaade etmektense ben bilimi sömürmek isterim.” gibi yorumlarda bulunuyor. Crews ise bu alıntıyı Freud’un mesleğine karşı çıkarcı tavrını açığa vurmak için kullanıyor. Ancak gençler hayatını kazanmak ister. Bu yüzden meslekleri olur. Martha’yla bu kadar uzun süre nişanlı kalmasının sebebi de Freud’un evlenmeye yetecek bir maddi gücü olmamasıydı. Freud’un amacına odaklanmış olduğuna nişanlısını da inandırmak istemesi pek de şaşırtıcı sayılmaz.
Freud, mektuplarda sıkça kokainden de bahsediyor. Kokaini stresli sosyal durumları atlatmak için kullanıyor, ancak afrodizyak olarak faydalarını da takdir ediyordu ve Crews, Freud’un kokainin etkileriyle ilgili Martha’ya takıldığı birkaç mektubu okurlarına sundu. “Eyvahlar olsun sana küçük prenses, Oraya geldiğimde,” yazmıştı Freud bir mektupta, “Seni delicesine öpeceğim ve bolca besleyeceğim. Ve eğer yaramaz bir kız olursan, nazik bir genç kızın mı yoksa damarlarında kokain dolaşan koca, vahşi bir adamın mı daha güçlü olduğunu göreceksin.” Crews’un yorumu şuydu: Freud, “kimyasalların erotikleştirdiği benliğini, sevdiği kadının müşfik yoldaşı olarak değil de aklına eseni yapan, sevgilisinin mahcup direncini ezip geçmenin tadını çıkaran kuvvetli bir partner olarak tasavvur ediyordu.” (Bu arada Freud, 1.70 boylarında ufak tefek bir adamdı. Martha’dan uzun olsa da aralarında pek bir boy farkı yoktu. Yani “koca, vahşi adam” lafzı bir şakadan ibaretti.)
Bir biyografi yazarının cinsel hayatıyla ilgili iddialarına itiraz edebilecek dayanağı olan son insan Freud olurdu, ancak Crews’un bu konudaki çoğu iddiası da spekülasyondan ibaret. Örneğin, Freud nişanlıyken çalışmak için dört aylığına Paris’e gitmiş ve buradayken kimi zaman anksiyete sıkıntıları yaşamıştı. Crews, “Günlük yürüyüşleri sırasında rastladığı küstah suratların ve sallanan kalçaların, Freud’un ajitasyonunu↓ ne kadar yükselttiğini hayal etmek öyle kolay ki,” yorumunda bulunuyor. Crews, Freud’un Martha’dan ayrı kaldığı süre zarfında sürekli mastürbasyon yaptığı ve “bu sebeple duyduğu suçluluk yüzünden kendini hasta ettiği” hususunda da kendinden emin (ve bu gerçeğin, Freud’un biyografisini kaleme alan yazarlar tarafından örtbas edildiğini belirtiyor). Ayrıca Freud’un bir hayat kadınıyla cinsel ilişkiye girdiğinden ve bu sebeple, nihayet otuz yaşında evlenirken bakir olmadığından şüphe ediyor. Freud’un yakınında olan adamlara —Fleischl ve daha sonraları Wilhelm Fliess— yazdığı mektuplardaki homoerotik↓ üslubu fark edenlerden biri olan Crews, Freud’un “eşcinsel dürtüleriyle mücadele verdiğini” de öne sürdü.
Farz edelim ki Freud kokaini bir kaygı giderici ve afrodizyak olarak kullandı. Gözü de çekici kadınlardaydı. Mastürbasyon yaptı, bir hayat kadınını ayarttı, güçlü erkek fantezilerini sevgilisiyle paylaştı ve erkek arkadaşlarına abayı yaktı. Kimin umurunda ki? İnsanlar böyle şeyler yapar. Freud, Minna Bernays ile cinsel ilişkiye girdiyse bile — ne fark eder? Revizyonistlerin varsayımı, Freud’un Martha olmadan Minna ile çıktığı seyahatlerde ikilinin cinsel ilişki yaşadığı ve Crews’un dikkat çektiği şekilde, ikisinin birlikte şaşırtıcı miktarda yolculuğa çıktığı yönünde. Ancak Crews, Freud ve Minna’nın Viyana’daki baba evinde de buluştuğunu iddia ediyor. Crews, Minna’nın yatak odasının evin uzak köşesinde kaldığını, bunun da “gececi Sigmund’un gün doğmadan evvel hiç çekinmeden Minna’ya gelebileceği” anlamına geldiğini yazıyor. Gelme imkanı var mıydı? Görünüşe göre evet. Gelmeli miydi? Muhtemelen hayır. Peki gerçekten geldi mi? Bunu kimse bilmiyor. Öyleyse bunun hayalini kurmak neden? Bir Freudyen olsa burada bir işler döndüğünden şüphe ederdi.
Dönen işlerden biri oldukça açık: Bu, Freud savaşlarının her iki cephesine de zarar veren bir mesele. Kimi Freudyen aydınlar, Minna’nın yatak odası Freud ve Martha’nın yatak odasının hemen yanında olduğu için, ikisinin cinsel ilişkiye girmek için çok az fırsatı olacağını öne sürdü. Hainlere müsamaha göstermeme prensibiyle tutarlı olarak Crews, bu iddiayı hezimete uğratmaya kararlı. Kendisi, Freudperestlik↓ adını verdiği, “Freud’a yakın tarihçilerin”↓ inşa edip sürdürdüğü Freud ekolünü çürütme savaşına girdi. Bu tarihçiler arasında “tartışmalı biyografinin yazarı” Ernest Jones, “saftirik” Peter Gay ve “iki sadık” George Makari ile Élisabeth Roudinesco yer alıyor. (Roudinesco’nun kaleme aldığı Kendi Çağından Bizim Çağımıza Sigmund Freud kitabının İngilizce tercümesi, geçtiğimiz sonbaharda Harvard tarafından basıldı.)
Crews, bu ekibin Photoshop yardımıyla bilimsel dürüstlük ve ahlaki doğrulukla bezeli bir süper kahraman yarattığı, ancak bu kahramanı standart insan ebatlarına —ya da bunca yıllık aldatmacanın tazminatı olarak, fazladan bir-iki beden daha— küçültmek gerektiği görüşünde. Onların tahayyülündeki Freud, gayrimeşru arzularının büsbütün farkındaydı ve cinsel dürtülerden arınmanın, erkeklerin medeniyet pahasına ödediği bedel olduğunu bildiği için baldızının yatak odasına açılan kapıda durmayı bilirdi. Crews’a göreyse Freud o kapıdan hemen içeri girerdi. (Medeniyet, her iki durumda da bir yolunu bulup ayakta kalırdı herhalde.)
Freud savaşlarıyla pek de ilgilenmeyen okurlar adına sorulması gereken şudur: Tehlikede olan nedir? Bunun yanıtı ise —teorinin bizzat kendisi ve klinik sonrası yaşantısıyla↓— Freudculuktur. Freud kokainle ilgili erken dönem çalışmalarını yarıda bıraktığı hâlde Crews bu araştırmaları dikkatle inceledi ve Freud’un en başından beri berbat bir bilim adamı olduğunu dile getirdi. Kullandığı verilerde hile yapmış, ispatlanmamış iddialarda bulunmuş ve başka insanların fikirlerini kendine mal etmişti. Kimi zaman da yalan konuşmuştu. Oysa on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde pek çokları kokainin mucizevi bir ilaç olduğuna inanıyordu ve Crews, daha sonraları hızla yükselen kokain bağımlılığından Freud’u sorumlu tutarak bir miktar haksızlık ediyor olabilir. Yine de Freud, daha mesleğinin ilk yıllarında bile pek de mesleki ahlak ilkelerine sahip biri gibi görünmüyordu. Revizyonistlerin temel iddiasına göre Freud hiç değişmedi. Başından sonuna kadar sahte bilimle uğraştı. Ancak çoğu revizyonist için esas mesele, Freud’un Baştan Çıkarma Kuramı olarak bilinen çalışmasıydı.
Psikanalizin öteki teorilere karşı üstün gelmesinin ve edebiyat eleştirisi gibi tıbbın dışındaki alanlarda ilgi görmesinin başlıca sebebi, kuramın bulguları tümevarımsal olarak ele almasıdır. Freudyen teori, bir sihir gösterisi ya da insanın dünyasını anlamamız için bize kuvvetli metaforlar sunan hayali bir tasarım değildi. Ayrıca Kayıp Cennet de değildi; Freudyen teori bir bilimsel çalışmaydı ve bütünüyle klinik deneyimlerinden türeyen kavramsal bir sistemdi.
Hem Freudyenler hem de Freud karşıtları için bu iddianın kilit noktası Baştan Çıkarma Kuramının akıbetiydi. Kabul edilen açıklamaya göre, 1890’larda histeri↓ tanısı almış kadınlarla çalışmaya başlayan Freud’un hastaları, çocukluklarında çoğunlukla babaları tarafından ve dört yaşından küçükken cinsel saldırıya uğradıklarını bildiriyordu. On sekiz hastanın tedavisini tamamladıktan sonra Freud, 1896 yılında, çocukluk çağında cinsel istismara maruz kalmanın histeri semptomlarının sebebi olduğu sonucuna vardı. Bu çıkarım, Baştan Çıkarma Kuramı olarak bilinir hâle geldi.
Freud’un makalesi yayımlandığı gibi alay konusu oldu. Dönemin önde gelen seksoloğu Richard von Krafft-Ebing, çalışmayı “bilimsel bir peri masalı” olarak nitelendirdi. Freud’un cesareti kırılmıştı. Ancak 1897’de, daha sonraları Fliess’e yazdığı ünlü mektupta da bahsettiği bir aydınlanma yaşadı. Hastaların hatırladıklarının geçmişteki bir cinsel istismar olmadığını fark etmişti, onların zihnindeki, kendi cinsel fantezileriydi. Bunun sebebi de Oidipus kompleksiydi. Tüm çocuklar, ilk yaşlarından itibaren ebeveynlerine karşı saldırgan ve erotik hisler geliştirir, ancak cezalandırılma korkusundan dolayı bu hislerini bastırırlar. Erkek çocukları iğdiş edilmekten korkar; kızlar ise zaten iğdiş edilmiş olduklarını er ya da geç anladıkları için sarsılmış hâldedir. (Freud, iğdiş edilme kavramını bir uzvun kesilmesi manasında kullanır.)
Freud’un zihne ilişkin öne sürdüğü hidrolik modele↓ göre, tüm bu yasak arzu ve tutkular yüzeye çıkmak için bir yol aramaktadır. Onları doğrudan ifade edemediğimiz ya da onlara göre davranamadığımız için —ebeveynlerimizi öldüremeyiz veya onlarla cinsel ilişkiye giremeyiz— onlar da rüyalarda, dil sürçmelerinde ya da nevrotik semptomlarda ziyadesiyle sansürlü ve çarpık imgeler olarak su yüzüne çıkarlar. Freud, serbest çağrışım yöntemiyle hastaların bastırdıkları şeyleri açığa çıkararak biraz olsun rahatlayabildiğini klinik tecrübeleri sayesinde öğrendiği iddiasındaydı. Ve böylece psikanaliz doğdu.
Freud hanesine açtığı savaş Janet Malcolm’ın kitabına konu olan Jeffrey Masson, kabul gören bu açıklamaya karşı çıktı. 1984 çıkışlı The Assault on Truth↓ kitabında Masson, histeriye ilişkin makalesi tepki alan Freud’un paniklediğini ve hastalarının istismar öykülerini örtbas etmek için çocuk cinselliği teorisini ortaya attığını savundu.
Ancak Baştan Çıkarma Kuramına dair kabul gören açıklamada iki probleme rastlandı ve Masson’ın iddiası bunlardan biri değildi. Açıklamadaki tarihsel sıralamanın bugünden geçmişe bakarak yeniden inşa edilmesi, problemlerin ilkiydi. Freud, 1897 yılından sonra Baştan Çıkarma Kuramını terk etmedi, 1908’e kadar da Oidipus kompleksinin esas olduğunu dayatmadı vs. Belgelerin istenen tarihsel sırayla tutarlı olması için Freud’un Standart Baskı ciltlerinde ve Fliess ile yazışmasında çeşitli düzeltmelerin ihtiyatlıca yapılması gerekiyordu.
Bu ufak bir problemdi. Asıl mesele, revizyonistlerin iddiasına göre Freud’un aslında hiç vakası olmadığıydı. Freud’un savının ve Masson’ın varsayımının aksine, Freud’un çalışmasını yayımladıktan sonra kabul ettiği hiçbir hasta, çocukluğunda tacize uğradığını —hoş bu on sekiz hasta da gerçek değildi ya— ve Oidipal arzuları olduğunu belirtmedi. Freud’un cinselliğe yönelik meşhur takıntısından haberdar olan kimi hastaları onun duymak isteyeceği türden malzemeler uydurmuş ve birkaçı da onu bilerek kandırmıştı. Öteki vakalarda ise Freud, yaptığı yorumları kabullenmesi için hastalarının başının etini yemiş, hastalar ise ya Fare Adam’da olduğu gibi pes etmiş, ya da Dora gibi tedaviyi terk etmişti. Terapistiniz size babanızla cinsel ilişkiye girme arzunuzu reddettiğinizi söylese ne yapardınız? İnkar mı ederdiniz?
Berkeley’de lisansüstü seminer dersi vermeyi bıraktığından beri Crews, serbest çağrışım yönteminin telkine açık oluşundan yakınıyordu. Serbest çağrışım, histeri tedavisinde hipnozun yerini almıştı ancak ondan daha iyi sayılmazdı. Bu yüzden Crews, er geç “meydana çıkarılan” anıların, aslında araştırmacıların telkiniyle çocukların belleğine yerleşmiş gibi durduğu sahte anı vakaları hakkında yazdı. Freud’un ne kadar etkili bir terapist olduğu tartışılır — pek çok insan, ondan psikanaliz hizmeti alabilmek için Viyana’ya gidiyordu. Ancak Crews, Freud’un “metodunun yeterliğini gösteren bir eski hastası dahi olmadığı hâlde psikanalitik yöntemin kendine has etkileri olduğunu iddia ettiği” düşüncesinde.
Psikanalize yönelik saldırıya verilebilecek yanıtlardan biri de, Freud kuramının çoğunu uydurduysa ve başarısız bir terapistse bile psikanalizin bazı hastalarda işe yaramasıdır. Ancak plasebo da işe yarıyor. Duygudurum bozukluklarından muzdarip pek çok insan, konuşma terapisi ve öteki kişilerarası tedavi yöntemlerinden fayda görüyor, çünkü ilgi gördükleri hissine yanıt veriyorlar. Neyden bahsettikleri pek de önem arz etmeyebilir; sonuçta birileri dinliyor.
Ayrıca insanlar farkında olmadıkları güdü ve arzuları olduğu fikrini de cazip buluyor. Bu tip bir “bilinçaltı” psikolojisi Freudculuk ile meşhur oldu ve kolaylıkla yok olacak gibi de görünmüyor. Sevdiklerinize karşı aslında çelişik duygular beslediğinizi ya da siz fazlasıyla nazik olduğunuzu zannederken aslında agresif olduğunuzu idrak etmek faydalı olabilir. Kuşkusuz ki o noktaya varmak için illa iğdiş edilme kaygınızı aşmanız gerekmiyor.
Yine de psikanalizin bir çıkmaz sokak olduğunu varsayarsak, psikiyatriyi birkaç kuşak geride bıraktığını söyleyebilir miyiz? Crews’un görüşü bu yöndeydi. “Eğer yirminci yüzyıl gerçekten Freud’la doluysa,” diyordu 1998’de Todd Dufresne, “O zaman yaklaşık yetmiş yıl değerindeki potansiyel bilgi kazanımını, esasen orta çağdan kalma bir ‘ele geçirilmiş’ zihin anlayışının sarhoşluğuyla çöpe atmışız demektir.” Bu yorum, psikanalize yönelik pek çok eleştiride ve özellikle de Crews’un düşüncesinde mevcut olan bilimi kusursuzlaştırma tutumunu yansıtıyor.
DSM’in üçüncü baskısından bu yana zihinsel hastalıkların biyolojik açıklamaları üzerinde durulmaya başlanması, psikanalizin bir sapak, ya da psikiyatri tarihçisi Edward Shorter’ın tabiriyle bir “sekte” gibi gözükmesine yol açtı. Oysa Freud ortaya çıktığında da psikiyatri sağlam tıbbi temellere dayanmıyordu. On dokuzuncu yüzyılda zihin bilimi tam bir Vahşi Batı gösterisiydi↓. Tedavi yöntemleri arasında hipnoz, elektroterapi↓, hidroterapi↓, tüm vücuda masaj, morfin gibi ağrı kesiciler, yatak istirahatleri, (hastayı aşırı besleme gibi) “şişmanlatma” tedavileri, tecrit, “kadınların iğdiş edilmesi” ve tabii ki hastaları akıl hastanesine yatırmak gibi metotlar yer alıyordu. Ayrıca doğaüstüne de büyük ilgi vardı. On dokuzuncu yüzyılın en yaygın psikiyatrik teşhisleri olan histeri ve nevrasteniye↓ günümüzde bile hiç rastlanmıyor. Yine de bu “niteliksiz” bir bilim icrası değildi. Bilimin ta kendisiydi. Bilimde bazı denemeler işe yarar; pek çoğu ise yaramaz. Psikanaliz de konuşmaya dayalı ilk terapi değildi, ancak hipnoz ile bugün kullanımda olan cinsten bir konuşma terapisi arasında bir köprü işlevi gördü. Hem psikanaliz hastaların bedenlerini istismar etmiyordu, ayrıca şarlatanca bir tedaviyse bile o dönem kullanılan birçok tedavi yönteminden daha beter değildi ve muhtemelen o yöntemlerden çok daha insaniyetliydi.
Somatik psikiyatriyi psikanaliz de sonlandırmadı. Yirminci yüzyılın ilk yarısında zihinsel hastalıklara yönelik her türlü tıbbi müdahale tasarlanmış ve uygulamaya konmuştu. Bu müdahaleler arasında insanda bağımlılık yaratan klordan üretilmiş ve majör depresyondan muzdarip Virginia Woolf’un da reçetesinde yer alan sakinleştiriciler, insülin kaynaklı komalar, elektroşok ve lobotomi↓ tedavileri bulunuyordu. Ürkütücü şöhretine rağmen elektroşok tedavisi ağır depresyon için etkili bir tedavi yöntemidir, ancak psikoaktif ilaçların devri başlamadan evvel kullanılan öteki yöntemlerin çoğu sefil girişimlerdi. Bugün bile aslında çoğu vakada beyne birtakım kimyasallar yolluyor ve hasta için en iyisini umuyoruz. Bu ilerlemenin büyük kısmı da gelişigüzel denemeler sayesinde gerçekleşti. Bunu bilim olarak nitelendirip nitelendirmemek size kalmış.
İnsanlar, yaşam öykülerinde alınacak dersler bulmayı umduğu için biyografiler yazar. Crews’un yaptığı da buydu. Freud’un gençlik yıllarında Freudculuğa dair bir hisse bulabileceğine inanıyor ve (kendisi idam hükmü vermiş hakim rolünü oynamakta diretse de) Freud’un güvenilmezliğine ve icra ettiği bilimin sahteliğine ilişkin söylemesi icap edenlerin çoğu güçlü argümanlardan oluşuyor. Sonuç olarak, ele aldığı konular üstüne bir yığın araştırmayı ortaya koyuyor. Crews, psikanalize karşı (en azından bugünlerde) yeni gibi gözüken bir suçlamada daha bulunuyor. Kendisi, kuramın Hristiyanlık karşıtı olduğunu öne sürüyor. Crews’a göre, “Cinsel hazzı cennet uğruna erdemli feragatlerden daha üstün tutan” bir öğretiyi yayan Freud, “Tüm yobaz papalar, Engizisyondaki sadistler, günümüzde ‘kan iftirasını’↓ etrafa yayanlar ve onun kürsüsünü rehin alan Katolik bürokratlar adına intikam alarak Hristiyanlığın düzenini alaşağı etmeyi amaçlıyordu.” Yani Freud, “Pauline Kanunlarının↓ tapınağını yıkmaya” kalkışmıştı.
Crews, Freud’un baldızı Minna’yla ilişkisinin de bu yüzden önem arz ettiğini iddia ediyor. Şayet bu ilişki gerçektiyse, Freud, Freudculuğun asıl başlangıcı olan Rüyaların Yorumu’nu yazmadan hemen evvel vuku bulmuştu. Yasak ilişkisi, zihin okuma girişimine atılması için ihtiyaç duyduğu özgüveni ona bahşetmişti. “Minna’ya sahip olmanın birkaç anlamı olabilirdi,” diyor Crews, “Bunlardan ilki Meryem Ana’yla↓ sembolik enseste girmek, ikincisi nihai küfrüyle Tanrı’yı ‘öldürmek’ ve üçüncüsü ise Avusturya’daki yerleşik kiliseyi ve oradaki Papalık soyunu hükümsüz kılmak — böylece Freud kendi içsel dramında, halkını iki bin yıllık dini zulümden kurtarmış olacaktı.” O hâlde muhtemelen yatak odasının kapısından öyle tereddütsüzce içeri girmezdi.
Tüm bunlar kulağa oldukça Freudyen geliyor! Peki bunlar nereye uzanıyor? Bu put yıkıcı Freud figürü, Trilling ve Rieff gibi yazarların tasavvurundaki, dünyayı düzeltmenin insanları daha mutlu kılacağı hayalinin anlamsızlığını ebediyen hatırlatacak olan Freud’dan büsbütün farklı. Hem elbette Freud da kendini böyle tanıtmadı. Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nın sonunda, “Böylece başka insanların önünde bir peygamber gibi ortaya çıkacak yüreklilikten yoksunum,” yazıyordu, “Ve onlara hiçbir avunç sunamadığım yolundaki kınamalar karşısında başımı eğiyorum, çünkü tüm ünün de, en yabanıl devrimcilerden daha az tutkuyla olmamak üzere en dürüst dindarların da istedikleri temelde budur.”↓
Crews’un, Freud’un hedefinin Hristiyanlık olduğu yönündeki iddiası, onun lisans öğrenimi sırasında Nietzsche’ye duyduğu düşkünlüğün taze bir neticesi gibi görünüyor. Belli ki Crews, vaktiyle Freud’u hem yaşamı inkar↓ ahlakının Nietzscheci bir tenkitçisi, hem de insanları kendi yarattıkları putlara tapınmaktan kurtarmaya kendini adamış kahraman bir Hristiyanlık karşıtı olarak kabul etmişti. Crews’un şimdilerdeki feragati, kendi radikal gençliğinden bir feragat mi? Freud’u kınarken aslında kendisini mi kınıyor? O kadar ileri gitmeye lüzum yok. Gelgelelim, insanlık henüz kendi yanılsamalarından kurtulamadığına göre, şayet Freud’un tüm iddiası da buyduysa, Freud elbette hâlen hayattadır.
Yayın bilgisi
2017 yılında The New Yorker’da yayımlanan bu makale, yazarı Louis Menand’ın yazılı izniyle Türkçe’ye çevirildi. Makalede bahsedilen kitap ve makale isimlerine bağlanan adresler, herhangi bir satıcıyı öne çıkarma niyeti olmaksızın, yalnızca ilgili okurları birincil kaynaklara yönlendirme amacıyla ve gelişigüzel biçimde seçildi.
Dipnotlar
Burada Menand, aslında Orta Avrupa anlamına gelen Almanca kökenli Mitteleuropa kavramını kullanıyor. ↑
Tam adı ‘The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders’ (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) olan DSM, zihinsel hastalıkların tanı kriterlerini barındıran ve dünya genelinde kabul görmüş bir kaynaktır. DSM’de yer alan zihinsel hastalık türleri ve bu hastalıkların tanı kriterleri, kitabın yeni baskılarında farklılık gösterebilmektedir. ↑
Eğitim Sözlüğü'ne göre kateksis, organizmanın içinde bulunduğu kültüre göre fizyolojik ihtiyaçlarını belirli nesnelerle karşılayabileceğini düşünme eğilimidir. ↑
Prof. Dr. Sibel Karakaş Psikoloji Sözlüğü'ne göre perde anılar, yanlış hatırlanan, abartılmış bir önemle hatırlanan, çarpıtılmış olan erken çocukluk anılarıdır. Genellikle görsel olan bu anılar derin duygusal önemi olan bir başka anıyı maskeler ya da bir arzuyu saklar. ↑
5
Prof. Dr. Sibel Karakaş Psikoloji Sözlüğü'ne göre ters tepki oluşturma (İng. reaction formation), savunma mekanizması terimi altında açıklanmakta olan bilinç dışı sorunların bilince tam tersi olarak yansımasını içerir. Bilinç dışındakilerle zıddı arasındaki simgesel ilişki, bilinç dışındakilerin zıttı davranışlara yol açar. ↑
6
Freud and the Crisis of Our Culture ismi, Freud ve Kültürümüzün Krizi şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
7
Freud: The Mind of the Moralist ismi, Freud: Bir Ahlakçının Aklı şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
8
Freud and the Twentieth Century ismi, Freud ve Yirminci Asır şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
9
The Sins of the Fathers ismi, Pederlerin Günahları şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
10
Psychoanalysis and Literary Process ismi, Psikanaliz ve Edebi İşleyiş şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
11
Dairesel hipotezler, bir olayı açıklamak için o olayın kendisini kullanır. Dairesel hipotezler bilimsel olarak test edilemezler. ↑
12
Out of My System ismi, Sistemimin Dışında şeklinde Türkçeleştirilebilir.
13
Skeptical Engagements ismi, Şüpheli Vaatler şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
14
The Unknown Freud ismi, Bilinmez Freud şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
15
Kullandığım Freud muhalifleri ifadesinin orijinali Freud-bashers'tır. ↑
16
The Memory Wars: Freud’s Legacy in Dispute ismi, Bellek Savaşları: Freud’un İhtilaflı Mirası şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
17
Unauthorized Freud: Doubters Confront a Legend ismi, Yetkisiz Freud: Şüpheciler Bir Efsaneyle Yüzleşiyor şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
18
Bu firmalar için yazıda kullanılan orijinal terim managed-care companies'dir. ↑
19
1946 yılında ABD’de kurulan American Psychologist, psikoloji alanındaki en köklü hakemli dergilerden biri. ↑
20
Kıta felsefesi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Avrupa felsefesi için kullanılan bir kavram. ↑
21
The Foundations of Psychoanalysis ismi, Psikanalizin Temelleri şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
22
In the Freud Archives (Freud Arşivlerinde) kitabı 1984’te yayımlandı. ↑
23
Freud and Cocaine ismi, Freud ve Kokain şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
24
11. Kısım (İng. Chapter 11), ABD’deki İflas Kanununda, iflas eden bir işletmenin mahkeme gözetimi altında işlerini yeniden düzenleyebileceğini belirten bölümdür. ↑
25
Skeptical Engagements ismi, Şüpheli Vaatler şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
26
The Memory Wars ismi, Bellek Savaşları şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
27
Unauthorized Freud ismi, Yetkisiz Freud şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
28
Bir Mozart operasının baş kahramanı olan Don Juan, epeyce zampara bir soyludur. İlk perdede Don Juan’ın uşağı Leporello, Kumandanın evinin önünde etrafı kollamaktadır. Aniden, Kumandanın kızı Donna Anna, maske takmış vaziyette Don Juan’ı kovalayarak dışarı fırlar ve gürültüyü işiten Kumandan da arkalarından gelir. Kumandan Don Juan’a meydan okur, ancak Don Juan onu oracıkta kazara öldürür ve Leporello ile birlikte kaçarlar. İkinci perdede, Don Juan ile Leporello mezarlıkta, Kumandanın mezarı önünde buluşurlar. Kumandanın anısına dikilmiş heykel de orada bulunmaktadır. Heykel aniden konuşmaya başlar ve Don Juan’a, gün doğduktan sonra bir daha gülemeyeceğini söyler. Don Juan, ödü patlamış Leporello’ya, heykeli yemeğe davet etmesini söyleyecek kadar pişkindir. Heykel aniden ortadan kaybolur. (Don Juan’ın peşinden koşan) Elvira, son bir umut için Don Juan’ın evine gelir ama Don Juan ona sadece güler. Aniden Kumandanın heykeli çıkıverir ve Don Juan’a son bir şans verir. Ancak iflah olmayan Don Juan, bir anda cehennem alevlerinin içine düşer ve bir daha kimse onu görmez. (Kaynak: Opera Kulübü) ↑
29
Freud: The Making of an Illusion ismi, Freud: Bir Yanılsamayı Anlamak şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
30
Orijinali “It ought to come with a bulb of garlic.” olan bu ifadede Crews’un kitabı okurundan büyük bir enerji talep ettiği ve hazmı zor bir çalışma olduğu için yazar, bilinen faydalarından bazıları vücuda enerji kazandırmak ve hazmı kolaylaştırmak olan sarımsağı nükteli bir çözüm önerisi olarak paylaşıyor. ↑
31
İrlandalı şair William Butler Yeats’in Lapis Lazuli adlı şiirinde yer alan bu dize, şiir boyunca anlatılan, zorlu badireler atlattığı hâlde gözlerindeki neşe ve ışıltıyı korumayı başarmış yaşlı Çinlileri anlatır. Yazar, Freud’un da benzer şekilde tüm yaşadıklarına rağmen gözlerindeki ışıltıyı korumayı başarması nedeniyle Yeats’in dizelerine atıfta bulunuyor. ↑
32
Kayıp Cennet, İngiliz şair John Milton’ın yazdığı 1667 çıkışlı şiir kitabıdır. ↑
33
Prof Dr. Sibel Karakaş Psikoloji Sözlüğü'ne göre ajitasyon (İng. agitation), gerilim ve kaygının yol açtığı aşırı huzursuzluk, genel uyarılmışlık hali ve amaçsız davranımları ifade eder. ↑
34
35
Kullandığım Freudperestlik ifadesinin orijinali Freudolatry'dir. ↑
36
Orijinal makalede Menand’ın kullandığı home-team historians ifadesinde esasen Freud’un imajını yanlı biçimde yücelten aydınlar kastedildiği için kavram, “Freud’a yakın tarihçiler” şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
37
Kullandığım klinik sonrası yaşantı ifadesinin orijinali, post-clinical'dır. ↑
38
Psikoloji Sözlüğü'ne göre histeri, genellikle ergenlikle birlikte başlayan, çevreden onay alma isteği ile aşırı duygusal ve dikkat çekme eğilimi ile kendini gösteren bir kişilik bozukluğudur. ↑
39
Hidrolik model, kanalizasyon vb. altyapı tasarımlarını ifade eder. Menand, bu kavramı Freud’un bilinçaltı mekanizmalarını işlediği kuramı kasteden bir metafor olarak kullanıyor. ↑
40
The Assault on Truth ismi, Gerçeğe Saldırı şeklinde Türkçeleştirilebilir. ↑
41
Vahşi Batı Gösterileri (İng. Wild West Shows), 1870-1920 yılları arasında ABD’de devam etmiş bir sahne gösterisidir. Şovlar sırasında Amerika’nın batısındaki kovboylar, haydutlar, vahşi hayvanlar vb. sahnede tasvir ediliyordu. ↑
42
43
44
Psikoloji Sözlüğü'ne göre nevrasteni, sinirlilik ve baş ağrısı ile kendini gösteren fiziksel ve ruhsal tükenme durumudur. ↑
45
Prof. Dr. Sibel Karakaş Psikoloji Sözlüğü'ne göre lobotomi, bir serebral lobun, trakt ve nukleuslarının cerrahi yolla tahrip edilerek izole edilmesidir. ↑
46
47
48
49
Freud, S. (2000). Bir Yanılsamanın Geleceği & Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları. (Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınevi. (Orijinal yayın tarihi, 1927 ve 1930) ↑
50
Dr. Öğr. Üyesi Zeynep Kantarcı Bingöl, Yaşamı İnkâr Etme İstencinin Tek Karşı Gücü Olarak Sanat adlı makalesinde Nietzsche ile yaşamı inkar arasındaki ilişkiden şu cümlelerle bahseder: "Nietzsche için sanat dünyayı karartan, yaşamı çekilmez kılan ve ruhu ağırlaştıran anlayışlara karşı, ruhu hafifletir ve insanın yaşamdan tat almasını sağlar (Bal, 2015: 254). Yaşamın anlamı ve varoluşun değeri probleminde bilim tümüyle faydasız ve hatta problemi derinleştiren bir özellik gösterir (Esenyel, 2019: 73-74). Din, ahlakilik ve felsefî hakikat gibi değerin yerleşik biçimleri yaşam karşıtı bir yol izler. Nietzsche’nin bir dinçlik durumu ve yaşam duygusunun artışı olarak gördüğü sanat, yaşamı inkâr eden her ne varsa onun karşısındadır. Nietzsche için sanat yaşamın onaylanmasıdır, hatta yaşamın kendini onaylamasıdır (Nietzsche, 2010a: 538; Bull, 2013: 64) Yaşarken varoluşun dehşetine ve anlamsızlığına tanık olan insan gerçeklik karşısında tiksinti duyar. Buna karşın sanat mayasındaki ululuk ve gülünçlük sayesinde insanı varoluşun dehşetinden, anlamsızlığından ve tiksinçliğinden kurtarır. İnsan ancak sanata tutunarak ayakta kalabilir. Sanat, tüm acılara ve trajedilere rağmen varoluşu haklı çıkarabilecek, anlamlandırabilecek ve beklenmedik bir şekilde kişiyi bu varoluşu kucaklamaya itecek gücü kendisinde barındırmaktadır (Esenyel, 2019: 74)." ↑
Katkıda bulunanlar

Louis Menand
Yazar, Harvard Üniversitesi

Görkem Çolak
Çevirmen