Görkem Çolak
Deneme
27 Mart 2022
Her yüzyıl krizlerini de fırsatlarıyla beraber getirir. Geçtiğimiz yüzyılın kimi fırsatlarıysa artık bugünün Unutulmuş Jenerasyonunun kendini kucağında bulduğu birer kedi yumağı. Bugünün kavgası ve anlamını yitiren sıradanlık üzerine bir kafa mesaisi. Katalog görseli Kevin Clyde Berbano'ya ait.
Ben fakir büyüdüm. Az biraz eğitim gördüm. Hiçbir hünerim yok. Öyle sıkı çalışan biri değilim, çoğu fikrimse ya sıradan ya da boktan. Buna rağmen hazırlıksız olduğum, hiç de bana uygun olmayan ve zaten başkasının üstlendiği bir işe balıklama atladım ve işi aldım. Bana sorarsanız, işte Amerikan Rüyası budur. Her an her şey olabilir. Bahtına ne çıkarsa.
Nellie Bertram
The Office
Bugüne kadar kaç torba fikrin tembelliğime kurban gittiği meçhul. Tembelliğim durmadan farklı kılıklara bürünerek oyalar beni. İşinde titiz ve de iknacıdır. Sırf bu yüzden, hangi nüveden yola çıkarak yazdığımı bile unuttuğum onlarca otonom paragrafım oldu. Hiçbiri bir bütüne bağlanmadığı gibi, göçebe hâlleriyle zihnimde mıntıkalar da edindiler. Öte yandan, bu paragraflarla aramızda kimi sabahlar takside dinlediğim haberlere benzer bir ilişki gelişti. Kimliğimin yurttaşı oluverdiler.
Çalışma prensibi her seferinde değişmekle birlikte, tembelliğim her daim kötü fikirlerle yola çıktığıma ikna ederek yazdıklarımdan uzak etmiştir beni. Diyaloğumuz yıllar geçtikçe ehlileşmese bile profesyonelleşti. Bugünse benimle hemfikir bir düşünür bulup, yazıma onun cümleleriyle başlamamı buyuruyor. Aksi takdirde sunduğum fikirler dayanaksız olabilirmiş. Kötü ya da dayanaksız bir fikrin kıymetini gizlemesi ise tembelliğimin en mühim hüneri.
Aslında, bir düşünürün bana sunacağından daha randımanlı bir giriş yazdım sanırım. Etkileşim mefhumuna değinmek üzereyken, (epeydir kanımla beslenen) bir etkileşimi anlatmış bulundum. Bu çeşit bir alegoriye, belki Kadıköy sırtlarında rastlayabilirsiniz. Zira Fikirtepe’nin kuytusundan semtin işgalci rezidanslarına doğru yol aldıkça rastladığınız tipler, festival filmleriyle tanıdığımız insanlardan potansiyel festival seyircilerine dönüşüverir. Bu iki güruh birbirinden haberdar ve esasen farksızdır, fakat aynı sokağın uzak kaldırımlarını adımlar ve ayrık düşler kurarlar. Neticede kendi doğruları birbiri üstüne siner ve Ötekiyi anlatan filmleri el birliğiyle var ederler. Hakkında yazacağım etkileşimden anladığım hemen hemen bundan ibaret. Ayrıca etkileşime dair bildiklerimiz de etkileşimle geçen vaktimizden beslenir. Kuramları teyit eden anılardır. Gelgelelim, yirmi birinci yüzyılın yirmi ikinci yılında, artık etkileşim pratiğimizin bir işe yarayıp yaramadığını sorgulama vaktinin geldiği kanaatindeyim.
Evrende kendine yer bulmuş hemen her nesnenin etkileşiminden söz edebileceğimiz için, bu kavramla neyi kastettiğimi izah etmeliyim ki elle tutulur iki kelime yazabileyim. Muhatabınızı tam kestiremediğiniz kimi etkileşimlerden bahsetmek üzereyim. Nefes almak için oksijenle alışverişinizden ziyade lüks bir markette, soğuk meşrubat dolabının önünde geçirdiğiniz süre, bahsettiğim türden etkileşime güzel bir örnek sayılabilir. Çünkü raflarla baş başa kaldığınızı sandığınız dakikalar, esasen onlarca reklam firmasının birbiriyle çarpıştığı bir oyun sahasıdır. Sükunet ekseriyetle epey kalabalıktır.
Mensubu olduğum jenerasyondan bahsetmem boşuna değil. Bir nesil olarak muhatabı olduğumuz fasaryalar, bu satırların başlıca var olma sebebidir. Öyle ki, bugünlerde yirmilerini eskitenler için insanca yaşamak neredeyse olanaksız hâle geldi. Medeniyetle kurduğu her diyalogda enayi yerine koyulan insanlar, basamaklarını tırmanacağı kariyer merdivenini arıyor. Etkileşim süreci, bugünün genci için –onlarca travmatik deneyimin ardından– zaruretten sürdürülen bir aile geleneğine dönüştü. En kapsamlı muhatabı belirsiz etkileşimlerden biri de budur. Jenerasyonun kendisine vaat edilmiş olanakları arayışı ise cevapsız çağrılarla sonuçlanmaya mahkum. İnsanlar, mevcut yaşam koşullarının hesabını soracak muhatap bulamaz, bulduğuna ise özgürlüğünden olmamak için tek kelime edemez durumda. Krizden öte bir durum bu söz ettiğim. Mor ve Ötesi haklı, Dünya Yalan Söylüyor.
Bir lisans programından elinde diplomayla postalanmanın, yabancı dillerle ya da bilgisayar programlarıyla haşır neşir olmanın işverende mimik oynatmadığı zamanlardayız. (Şansı yaver gitmiş azınlık haricinde) hünerin esprisi yok, en ucuza çalışan da işi alıyor. Louvre’u sanal turla dolaşmak bir espri konusuyken, kanlı canlı görme olanağımız da günden güne yitiyor. İşsizlikten fazlası kapımızdaki, yekpare bir çaresizlik.
Sahiden, kariyer merdivenini gören oldu mu?
En azından şu an için dürüst olmak gerek. Muhtelif hünerleri ispatlama kaygısıyla sınav ve mülakatları turlayan bir kalabalık, özgeçmiş birikintilerini inşa eden çakıl taşlarıyız. Oysa medeniyeti balyozlarla alaşağı etmek ne zevkli olurdu. O treni kaçırdık maalesef. Palahniuk’in Dövüş Kulübü’nde sesi olduğu insanlar çoktan bir ev bir de yazlık aldı. Belki abartılı ölçüde maddiyatçı gözükebilirim. Ancak, bugünün kavgası da önce bir hayat edinebilmek ve ardından gerçeğin zerresini bulabilmekle ilgili. Sohbet ettiğim insanların zihninde ezber olmayan hakiki bir fikir zerresi aramaktan çok sıkıldım. Nitekim, derdim paradan fazlası. Etkileşimler ise kişilerarası düzeyde bile arızalı. Üstümüze yeni model bir realite yağıyor. Kriz ise birkaç asırdır olduğu gibi yeni gerçekliğin bir sonucu.
Bugünün koşullarında öyle görünüyor ki her genç, kendisinin kibirli, zayıf tabiatlı ve boş bir levha hâlinde olduğunu kabul etmek zorunda. Bunu becerebilenler derhal belirli yeterlilik belgelerini toplamaya kalkışıyor. Elbette önyargılarla çarpışan ilk jenerasyon değiliz. Albay Wyatt↓ genç gazeteci Enderby için, “Günümüzün genç erkekleri beni hasta ediyor,” diyor, Aristo o günlerde gençlerin kontrolden çıktığını söylüyor ve Sümer tabletlerinde bile “Bu gençlik nereye gidiyor,” diye soruluyordu. Genç olandan duyulan huzursuzluk, sırtını maziye yaslamış bir anane. Ne var ki, bugün bizi karşılayan tavır önyargıdan da fazlası. Bugünün gencine edilene insanın insanı sömürmesi denir. Hem de bunu en az üç dilde söyleyebilmek gerekir.↓
Ziyadesiyle bireyci olarak itham edilsek de, mensubu olduğum jenerasyonla epey anımız birikti doğrusu. Hepsinden evvel, dünyanın sızlayan gövdesiyle hep beraber tanıştık. “Dünyanın en büyük problemi, henüz küçükken çözülebilirdi,” derken Lao Tzu, bugüne de dokunuyordu. Biz tebeşirle çekilmiş bir sınır üstünde doğduk. Noel Baba gözümüzü boyamak için hayli yaşlıydı ve Ronald McDonald karşıladı bizi. Hem yeryüzünde işlerin manuel hâllolduğu vakti gördük, hem de koca kasalı primitif bilgisayarların gönlümüzü nasıl fethettiğini. İnternet devrinin şehir devletleri olan blog sitelerinde vakit öldürdük ve Twitter’ın ilk yerlileri olduk. Bugünün kaosu, gözümüz önünde büyüdü. Bir jenerasyon olarak dev bir yansımanın simetri eksenine rast geldik. Ne şans.
Sözünü ettiğim, takriben ‘95-‘99 yılları arasında doğanlar güruhunun kimisi Y, kimimiz Z kuşağına mensup; fakat her iki sınıflandırma da bu mini-jenerasyonu pek tanımlayamıyor. Şunu da belirtmek gerek, jenerasyon teriminin –tıpkı burçlar gibi– temelsiz olduğunu düşünenler olsa da, pek çok deneysel çalışma aksi görüşü destekliyor. Bu çalışmalardan birisi, ABD’de 1966 yılından bu yana sürüyor ve toplamda on milyonu aşan katılımcı sayısıyla ülkedeki en kapsamlı görgül yükseköğretim araştırması olmuş durumda.
Bahsettiğim çalışmada, her sene üniversite birinci sınıf öğrencilerine yaklaşık kırk soru soruluyor ve kaydedilen yanıtlar, örnekleme ait değer yargılarının seneler içindeki dönüşümünü gösteriyor. 1960’lı yıllarda öğrencilerin ~%80’i için anlamlı bir yaşam felsefesi edinmek ve ~%45’i içinse iyi para kazanmak önem arz ederken, bu eğilimlerin seneler içinde rolleri değiştirdiği görülüyor. 2012 yılında öğrencilerin %81’inin ekonomik olarak iyi durumda olmayı “önemli” ya da “çok önemli” bulduğu saptandı. Bu yüzdelik dilim, maddi beklentilerin ulaştığı en yüksek değer olarak kayda geçti. Muhtemelen, 2008 krizi sırasında işinden olmuş veya kredisini ödeyemeyecek hâldeki ana-babalarını gözleyen binlerce çocuk, yaşananları idrak edebilecek yaştaydı ve üniversiteye de belirli beklentilerle yerleştiler.
ABD’den olsa da bu örnek, jenerasyon kavramını lüzumlu ve maddi beklentilerimizi gerekçeli kılıyor. İyi kazanmak isteyen nesil para düşkünü değil, yalnızca paranın ehemmiyetiyle trajik biçimde tanıştı. Bugün gençleri paragöz olarak niteleyenlerin kimi işverenler olduğu da aşikar. Bu gayretin maksadını anlamak güç değil. Keza, atandığımız jenerasyonlarla uyuşmadığımızı da hatırlatmak isterim. Akıbetimiz ne Y, ne de Z kuşaklarıyla benzeşiyor. Bu yüzden bahsettiğim periyotta doğanların unutulmuş jenerasyon olarak anılması, literatüre naçizane önerimdir.
Üstelik 2008 yılında patlak veren krizin tuzla buz ettikleri, üniversite öğrencilerinin maddiyata yüklediği anlam ile sınırlı kalmadı. Bu yüzyılı karşılarken önce ekranda seyrettiklerimiz, sonra da seyrettiğimiz ekran evrimleşmek üzereydi. Etkileşim normlarını değiştiren bu evrime yakından bakmak gerek. İcadından bu yana damarına basılmış kitleleri sakinleştirmekte mahir olan ekranlar, 2010’larda mobilleşerek yeni birkaç görev üstlendi. Sıradan insanın gerçeklik algısını bozmak ve nihayet yeni bir habitata dönüşmek, bu misyonlardan birkaçıydı.
The Atlantic yazarı Amanda Mull, maruz kaldığımız televizyon içeriklerinin 2000’lerde geçirdiği keskin dönüşümü incelerken, milenyumun ilk yıllarına parmak basıyor. Mull’a göre 11 Eylül saldırıları, Amerikan halkında gelişen mesnetli yabancı düşmanlığını↓ körükledi ve realite şovları bu gerilimi cömertçe besledi. Adsız insanların ucuz yaygarası, prodüksiyonlu projelerin cazip bir alternatifi olarak kendine alıcı buldu.
Esasen bu tip televizyon programlarının yükselen şöhreti, 11 Eylül’ün az evveline dayanıyor. Realite şovların öncüsü Survivor, 2000 yılı sonbaharında ABD’deki ilk sezonunu noktaladı. Format, 1997 yılında yayınlanmaya başlayan İsveç yapımı Expedition Robinson’a benziyordu. İzole bir mekânda tanınmadık tiplerin çatışması kaydedilip halka servis ediliyordu. Amerikalı bu işe bayıldı.
Survivor’ın popülaritesi, muhtemelen Amerikan halkının yabancı korkusundan besleniyordu. (Rastgele bile olsa) iki gruba ayrılan ve ortak bir ödül için yarışan insanların birbirine karşı düşmanca hisler geliştirdiğini Muzaffer Şerif, Robber’s Cave deneyiyle göstereli elli sene olmuştu. Programın başarısı bu tip bir güdülenmeyle açıklanabilir. Nitekim, Survivor’ın ardından benzer projeler çabucak çoğaldı ve ortaya yeni bir şöhret modeli çıktı. Aslında beklenmedik olan buydu. Zira, artık sıradan insanlar da şöhretliler kamarasında Andy Warhol’un öngördüğünden çok daha fazla kalabiliyordu. Bu, etkileşimin doğasını tahrip edecek bir fırsattı. Aynı dönem, şöhret olmak isteyen sıradan insanlar baş gösterdi. Bu güruhsa giderek büyüdü ve uğultulu bir kalabalık hâline geldi.
Sıradan insanın şöhret olma düşlerindeki samimiyeti, medya sektörünün taze yemi olacağından bihaberliğinin de göstergesiydi. İkibinlerle birlikte ABD’de ve dünyanın geri kalanında televizyon seyircisi, kendisiyle aynı statüdeki insanların hikâyeleriyle beslenmeye başladı. Böylece ekranlar için bozulması olanaksız bir besin zinciri keşfedilmiş oldu. Artık televizyon seyreden insanlar, şanslıysa televizyona çıkacak olanlardı. Hem de çoğu zaman bedavaya.
Dünyada gözlenen değişim çabucak bize de sirayet etti. Memleketin ilk demirbaş realite programlarını BBG ve Popstar olarak hatırlıyorum. Survivor ise burada yayınlanmaya 2005 yılında başladı. Büyük ilgi gören bu programlar kısa sürede virüs gibi çoğaldı. Recep İvedik halkın içinden bir figür olarak kabul gördüğü için milyonlara ulaştı, Var Mısın Yok Musun’u seyrederken bizim yerimize üçlü koltukta oturabilecek insanlar için heyecanlandık ve hikâye sürdü. Jenerasyonumuz, şöhret olmak için özel olma gereksiniminin ortadan kalktığını daha çocukken kanıksadı.
Akabinde olanlarsa herkesin malumu, bütün mevzu ceplere taşındı. Alelade figürler, ilk dönem internet medyasının da içerik jeneratörü oldu. YouTube’u dahi uzun süre anonim insanların viral videolarını seyretmek için kullandık. Ancak etkileşim, bugün kullandığımız anlamına o yıllarda kavuştu: internetteki varlığımıza gösterilen teveccüh. Bakir internet ovasında herkesin istediği kimlikle yaşayabileceği fikri, hepimize yalancı bir umut bahşetti. Gelgelelim, burada bile kendimize bir ses bulamadık. Hâlen gençler değil, gençlikten nemalanan nüfuzlular söz sahibi. Bir gün Twitter’a giriyor ve bir söz sahibinin buyruğunu okuyoruz. Kendisi beş öğrencinin faturalarını ödeyecekmiş. Ne güzel. Ancak ufak da bir şerh düşüyor, yalnızca öğrenci olduğunu komik fotoğraflarla gösterenleri dikkate alacakmış. Yüz sene sonra bugüne not, şu sıralar internette bu insanların borusu ötüyor.
Etkileşimin lüzumunu sorgularken varılan bu noktada direksiyonu geçmişe kırmak gerek. Bugün tecrübe ettiğimiz düş kırıklığı, insanlık için bir ilk değil. Etkileşimi vaktiyle irdelemiş kimi insanlar da bugünküne benzer bir umutla besleniyor, şimdilerde bitkin düşmüş medeniyeti inşa ediyordu. Bir el feneri kaparak birbirinden habersiz çalışmış birkaç fikir işçisine sıska bir ışık tutmak, işlerin nasıl olup da sarpa sardığını anlamaya yardımcı olabilir.
Bilindik yaygaraları tekrarlamak niyetinde değilim. Sanayi Devrimi ile birlikte yeryüzü bir imalathaneye dönüverdi ve dönemin insanları, yükselenin nüfus mu yoksa nüfusa satılacak ürün çeşidi mi olduğunu anlayamaz hâle geldi. Şehirlerse birkaç ay içinde neredeyse bugünkü hâline evrildi. Malum olduğu üzere bu sürate ayak uydurmak kolay iş değildi.
Yine bu süreçte yaşam (ve ona ait her kırıntı), her parçası vazgeçilmez bir yapboza dönüştü. Tyler Durden haklıydı, sahip olduklarımız bize hükmetmeye başladı. Öğrenilecekler arttıkça dağarcığımız ufaldı. Şimdilerde, çektiğimiz sifondan köklediğimiz klimaya kadar, ne mucidini ne de onarmasını bildiğimiz bir dünya enstrümanla birlikte yaşıyoruz. Bu hâlin başlangıcıysa yirminci yüzyılın ilk yıllarına tekabül ediyor.
Yüzyılın ilk onüç senesi, Fransa’da motorlu taşıt sayısının on beş kat artmasına yetti ve gelişen sanayi, geniş bir müşteri yelpazesi talep etti. Bu yüzden, önceleri yalnızca ihtiyaçlara hizmet eden nesneleri satın almak için yeni sebepler türetildi. Dieter Duhm, seksi reklamların var olabilmesi için önce seri üretimi kaldırabilecek bir endüstri gerektiğini yazıyor. Sanayileşmeden evvel üretici, yalnızca gereksinimlere yetecek kadar ürün sağlayabiliyordu. Üretim hacmi yeterince geliştiğinde ise ilkin bilgilendirici, ardından göz alıcı reklamlar peyda oldu. Böylece insan, etrafını kuşatan nesneler bandosuyla alışılmadık bir dilden konuşmaya başladı. Etkileşimin biçimi süratle değişiyordu.
Aynı yıllarda psikolog Walter Dill Scott birlikte çalıştığı firmalara, müşterileriyle emir vererek konuşmalarını öneriyor ve tüketicilerin rasyonel varlıklar olmadığını öne sürüyordu. Bu tavsiyeyle tutarlı Satın Al, Üye Ol, Kaçırma vb. ibareler hâlen kullanımda. Satın almak, reklamcıların gayretiyle ihtiyacın kendisi hâline geliyordu. Scott’tan bahsetme sebebimse kendisinin psikolojinin kurucusu W. Wundt’un öğretisini reklamcılığa uyarlama gayretinden kaynaklanıyor.
Walter Dill Scott, reklamları “iş dünyasının sinir sistemi” olarak görüyordu. Öyle ki, öykündüğü hocası Wundt da birlikte çalışacağı gözlemcileri eğitiyor ve onlara uyaranların kendilerinde yarattığı hissiyat ve düşünceleri tarif ettiriyordu. Psikolojinin içebakış adlı ilk çalışma metodu, insanın dünyayla etkileşimine odaklanmaktaydı. İnsana ait sinir sisteminin uyaranlara verdiği tepkiler, incelendiği ilk günlerde dahi reklamcıların radarına girdi. W. D. Scott, bu fikirleri ürün satma sürecine uyarlamakta mahirdi.
Eklemek gerek, yüzyılın ilk yıllarında baş gösteren işsizlik furyası pek çok psikoloğun (reklamcılık ya da eğitim gibi) uygulamalı alanlara kayma sebebiydi. Velhasıl, psikologlarla ettikleri işbirliği, tekelleşmeye başlayan sermayedarların ekmeğine yağ sürdü. Zamanla psikologlar Wundt’un çalışma metodunu terk etti, ancak etkileşim hâlen psikoloji biliminin odak noktalarından biri. Reklam sektörü ise psikologların bahşettiği ipuçlarını aynı ilgiyle izliyor.
Aynı asır, Wundt ile hiç tanışmasa bile aynı merakı paylaşmış Pablo Picasso’yu da ağırladı. Picasso’yu anlamaya çabalarken ressamın öyküsüne göz atmak gerek. Bir söylentiye göre, daha ondört yaşındayken babası Picasso’ya paletiyle fırçalarını devretti ve boynuz kulağı geçtiği için bir daha resim yapmamaya yemin etti. Aynı sene Picasso, Barselona Sanat Akademisi’nde yüksek öğrenim görmek için başvuruda bulundu ve okulun talep ettiği resimleri bir günde bitiriverdi. Oysa başvuruda bulunan öğrencilere bir ay kadar zaman tanınıyordu. Bugün bu mini-öykü, okurda yalnızca Picasso’nun başarısına karşı mesnetsiz ve yarım dakika içinde rafa kalkacak bir hayranlık uyandırıyor ve adamcağızın darmaduman olmuş gerçeklik algısı dikkatlerden kaçıyorsa, bu bile etkileşim kavramının gereğini sorgulamak için yeterli bir sebeptir.
Bir insanın dünyayla kurabileceği en gerçek dışı etkileşim örneklerinden birini deneyimlemiş Picasso, yirmili yaşlarını yarılarken G. Braque ile birlikte Kübist hareketi başlattı. Kübistler devraldıkları gelenekleri reddediyor ve resimlerinde doğayı kopyalamak yerine nesnelerin sürüp giden etkileşimini resmediyordu. Artık ressamın gözü durağan manzaralarda değil, insan elinden çıkma yeni yaşam gereçlerindeydi. Üretimdeki dönüşümün ardından var olan bu yeni iletişim şekli, Kübistlerin tuvalinde somutlaşıyordu.
Bunun, o günlerde lüzumlu bir girişim olduğu söylenebilir. Aynı yıllarda kıyafetler ve kâğıt gibi envaiçeşit ürün, gelişen demiryolları ve buharlı gemiler gibi olanaklarla devasa kalabalıklara ulaşmaya başlıyordu. 1865 yılında 35.000 mil uzunluğundaki demiryolları, 1916’da 254.000 mile kadar genişledi. Şehirlerdeki yaşam alışılmadık biçimde yoğunlaşıyor ve giderek çalışmakta olan bir makineyi andırıyordu. Picasso ve arkadaşları nesneleri geometrik biçimde çizerken ve müzik aletleri ya da oyun kartları gibi insan üretimi cisimleri resmederken zamanın ruhundan besleniyordu. Bununla da kalmayan Kübistler, resimlerine muşamba, kâğıt ve teneke gibi malzemeler yapıştırdılar. Fabrikalar nasıl üretim geleneğini reddederek makinelere bel bağlıyorsa, onlar da hem teknik hem de üslup yönünden benzerini yapıyordu. İnsancıkların yaşamlarıyla imtihanı güçleştikçe, Picasso’nun üslubu da karmaşık ve absürt bir hâl aldı.
Tüm bu anlattıklarımı, Picasso’nun 1912’de çizdiği Meyve Kasesi’nde (The Fruit Dish) kanlı canlı görmek mümkün. Tablo, doğallığı temsil etmesi için seçebileceğiniz en muhtemel nesnelerden biri olan meyvelerin bile, dönemin taze gerçeklik filtresi ışığında nasıl gözükebileceğine ilişkin bir fikir sunuyor. Siyah boyayla parsellenmiş kanvas üstüne parça parça yazılmış Mazagran Armanyak Kahvesi↓, griden yeşile solgun renkler, bir kadeh ve fark etmesi dakikaları bulabilen bir bıçak. İşte makineleşmiş realite. John Berger, bu tablodan bahsederken umudu vurguluyor; sanayicilerin, kuantum fizikçilerinin ve Kübistlerin milat niteliğindeki atılımlarından doğan haklı bir umut. Bu ümidin, ikibinlerde yeryüzüne dağılan hemcinsine benzerliği aşikar. Berger, “Bu tür bir yenilik duygusunun, sanatçının kendi özgünlüğüyle hiçbir ilgisi yoktur,” diye yazıyor, “Sanatçının içinde yaşamakta olduğu zamanla ilişkisi vardır.”
Berger’ın değindiği, Picasso ve arkadaşlarının sırtlandığı umudun yerini ne zaman yardım çığlıklarına bıraktığı, tartışmaya gebe bir soru. Bildiğimizse şu, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladı ve Kübistler dağıldı. Hareketin önderlerinden Braque ve grubun bazı üyeleri savaşa gittiler. Modern Batı medeniyetinin uzun ve parlak gençliği, savaşla birlikte sona erdi. Wundt vefat ettiğindeyse yeni cihan harbine yaklaşık yirmi sene vardı. Yirminci yüzyılın ilk yıllarına umut bahşeden atılımlar, geçtikleri yeni ellerde Hiroşima’ya düşen bir bombaya ve asır boyunca süren katliamlara dönüştü. Şirketler giderek tekelleşti ve reklamcılık altın çağını yaşadı. Öyle ki, Almanlar İkinci Dünya Savaşı’nda kirlenen imajlarını bile sattıkları arabalarla toparladı. İnternet ağları sokaklarımıza kadar uzandı ve umudun en son reflektörü oldu. Umut, ardışık yüzyılların değişmeyen esprisi.
Bugünse her yaştan insanı barındıran bir fani istifi, tekelleşmiş endüstriler karşısında Picasso’nun meyve tabağına üşüşmüş taneler gibi ufaldıkça ufalıyor. En başta vatandaşa bir kürsü vaat eden internet, sesimizi çoktan kalabalığın uğultusuna kurban verdi. Şimdilerde memleketin müşteri nüfusu, popüler tweet’lerin aldığı beğenilerle sayılıyor. Bir neslin kurduğu tümceler ve düşler, bir ihale müsameresiyle kalantorlara satıldı. Avazımızın kaderi de ülkenin eğitim ve sağlık gibi sacayaklarınınkine acayip benzedi.
Cümlelerimiz epey de para etti doğrusu, bu kadarını beklemezdim. Biz kendi gürültümüze yenik düşerken bizim dilimizden konuşan kazandı, kelli felli zenginlerimiz oldu. Şans eseri, yeni model kalantorlardan birinin torunuyla aynı sınıfta okuduk, iyi de ahbap olduk. Sırf dedesi ideallerimi satın aldı diye insanlara kin güdemiyorum. İnsancıl tabiatlıyımdır. Bahsettiğim çocuk geçen ay yurtdışına taşındı. Sağ olsun, ara sıra n’apıp ettiğini yumurtluyor. Medeniyetin son hâlini kısa mesajlardan takip ediyorum. İnternet kabloları bazen işime yarıyor.
Tembelliğim –ya da reklamcının biri tembellik sıfatıyla zihnime her ne sakladıysa– fazla bile yazdığımı söylüyor. Haklı olabilir. Belki de bu yazıyı yazmamak, unutulmuş jenerasyonun öksüz bırakılmasına karşı daha etkili bir protesto olurdu. Böylece bu yazı da muadilleri gibi arama motoru keşmekeşinde kaybolmazdı. Sanırım sözcüklerimizin özel olmasını, şu sıralar onları yazmayarak umabiliyoruz.
Bugün tecrübe ettiğimiz realitenin bir çift boynuzu var. Bu boynuzlardan birini, bu ayın başında gerçekleşen Türkiye Yükseköğretim Meclisi Toplantısı ile tanımak mümkün. Zira bu toplantıda vakıf üniversitelerinin temsilcileri iki talepte bulundu. Bu taleplerden ilki, “Vakıf üniversiteleri hocalarına verilen ücret devlet üniversiteleri hocalarına verilen ücretten az olamaz” yasasının kaldırılması ve ikincisi de tam burslu öğrenci sayısının düşürülmesi. Tek örnek, muhataplardan birini tanıtmaya yetiyor. Öteki boynuz ise hakkı olan insanca yaşamı meçhul bir Metaverse ihtimalinde değil, kanlı canlı elde etmek istiyor.
Bu iki boynuz aynı baş üstünde kemikleşmiş, hiç de birbirine dokunacağa benzemiyor. Etkileşimin bugünkü hâlinden benim anladığım da hemen hemen bundan ibaret. Umut, sahiden her asrın eskimeyen esprisi. Öte yandan, gülmekse insanın korkusuyla eğlenebilmesi. Şüphesiz ikisi birbiri ardında sürünüp gidecek. Umduğumuz insanca hayat ise ancak mesnetli bir inadın ardından kendini gösterecek.
Dipnotlar
Albay Wyatt, Agatha Christie’nin 1931 çıkışlı romanı Sittaford Malikânesi’nin Gizemi (The Sittaford Mistery) romanındaki karakterlerden biri. Yazar Wyatt’ı, “Kötürüm, huysuz bir ihtiyar” olarak tanıtıyor. Romanı sorarsanız, bence en başarılı Christie romanı değil fakat yine de göz atmaya değer. ↑
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Üç Dil şiirini birkaç ay evvel Haydi Dergi’de yayımlanan Gerisin Geri öykümde de ağırlamıştım, bu sefer de anmak istedim. “En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Canımın içi demesini / Kırmızı gülün alı var demesini / Nerden ince ise ordan kopsun demesini / Atın ölümü arpadan olsun demesini / Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini / İnsanın insanı sömürmesi / Rezilliğin dik alası demesini / Ne demesi be / Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin” kıtasına özellikle değinmek istedim. Metnin üçüncü dipnotuyla Üç Dil şiiri ne güzel denk geldi.↑
Amanda Mull, yabancı düşmanlığı için aslen ksenofobi (xenophobia) ifadesini kullanıyor. ↑
Mazagran, hem Cezayir kökenli bir soğuk kahve türünün hem de özellikle alkollü kahvelerin servisinde kullanılan kısa ayaklı fincanının ismidir. ↑
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.