Haklısın ne söylesen kendine yenik bu alemde / Kendine yenik bu aleme…
Athena
Uyanınca
Üretmek yemeğin peşinden gelen sigaralara pek benzemiyor. Eğer bir şeye benzetmek gerekirse, gece vakti el feneri ve bisikletle bir yamacı tırmanmayı andırdığı söylenebilir. Bacak, karın ve göğüs kaslarınızı yorar, aklınızı un ve yumurtaya bular, esasen sancılıdır. Yokuşu tırmandığınız esnada kol saatinizi düşürdüğünüzü fark eder, geri döner ve fenerin ışığında saati ararsınız. Asıl yolculuksa o anda başlar, bulduğunuz her ne varsa —bir çakıl taşı bile olsa— cebinize atmak arzusu kızışır. O noktada istikamet tepeye değil, kendi yüreğinize doğru yönlenir. Okur, seyirci veya dinleyicilerin pek azı tükettiği eserin üretim sancısına katlanmadığına şükredecek kadar şanslıdır. Yazmak ise pek çokları gibi benim için de bir teraziye benzer. Bir kolunda uzun günlerin ağırlığı, diğerinde gökyüzünde ritimsiz taklalar atan düş perdemi yakalama hevesi. Çocuk gözlerimin gördüklerinden geriye ne kaldıysa onları bugüne sindirmek gayretidir. Kırık lambadan sızan sarıyı, sıvasız duvarların tozunu, ikindi vaktine sinmiş rehaveti bulmak ve yazmak. İnsan not almak ister çünkü, başına ne geleceğini bilmeden ve elbet bu diyardan göçeceğini bilerek, duvara bir çentik daha atmak için uğraşır durur. Eski bir dostu ararmış gibi, en iyi neyi biliyorsa anlatmaya oradan başlar. Tüm bu uydurmalar, akılda kalıcı melodiler, dizeler filan bir yerde işin bahanesidir. İnsanın asıl niyeti, onu elleriyle besleyen ve çocukluğunun son günü ortadan kaybolan rüzgâra kollarını açmaktır. Nefesi kesilene dek.
Peki üretirken neler oluyor? İnsan koşup duruyor, bu depar sırasında evler, bankalar, ibadethaneler, banklar görüyor. Bazen bankların birinde durup soluklanıyor, göğüs kafesine sığmayan ciğerleri standart boyutuna küçülene kadar etrafı gözlüyor. Gözlerinin hareketleri de nefesi gibi sakinliyor. Bu esnada eğer şanslıysa bankın karşısındaki panoda seveceği bir filmi görüyor, arka sokaktan unutamayacağı bir şarkının sesini duyuyor. İnsan pek çok kez derdinin dermanıyla plânda olmayan nefeslenmeler sırasında tanışıyor. Sonra da bütün güzergahını bir kenara bırakıp o filmin, şarkının peşinden gitmeye başlıyor. Yolunun, aradığını bulduğu anda tekrar ve tekrar değişeceğinden bihaber, aciz ve ritimsiz insan. Kalbi tekliyor, uyanacağını bile bile rüyalara dalıyor. Ve eğer ölümlüyse, bir insanı veya şarkıyı mutlaka seviyor.
İnsan için sevdiği şeyler hakkında yazmanın iki külfeti var. İlki, kendisini, senelerce hakkında yazılmış sözlük girdilerini bile okumadığı, zihnindeki hatırası incinmesin diye uğraştığı nesneyi kesip biçmek üzereyken bulması. İkincisiyse çalışıyormuş gibi hissetmediği için çalışma saati kavramını da kaybetmesi ve öğünlerinin, kafasında kesilip duran biletlerin kontrolünü büsbütün kaybetmesi. Üç sene kadar evvel Chili Peppers’ı yazsam ne güzel olur düşüncelerinde başıboş gezinirken bunun nasıl bir süreçte vuku bulacağı hakkında en ufak fikrim yoktu. Dürüst olmakta fayda var. Bir grubu seneler boyu dinlediğinizde artık sizin için sizde var olan hislerden başka bir şey ifade etmediğini fark etmiş olabilirsiniz. Müziklerinde anlattıkları her neyse onun sadece sizde karşılık bulan boyutlarına kendinizi açar, yastığın öteki yüzünü unutursunuz. Bundan kaçmak hayli güç. Diğer taraftan, ne kadar büyük sanatçılar olduklarını tarif etmek için göremediğinizi görmek ve bir anlamda sizden yeni bir siz türetmek gerekir. Asıl etkilemek istediğinizin başkaları değil, bizzat kendiniz olduğunu daha sonraları anlarsınız. Zira yazdıklarınız sağda solda yazılmış yersiz dokundurmalardan farklı bir köşede durmalı, kendi hatıranızı başka bir gözden yine size aktarmalıdır. Yöntemle ilgili sıkıcı detaylara girmeye lüzum yok, aylar boyu geceniz gündüzünüze karışıyor. Olan bu. Asıl mesele ise az önce bahsettiğim yazmak terazisinin tam ortasında kalabilmek. William Goldman’ın dediği gibi, iyi yazar, nasıl yazacağını bilen değil, nasıl tekrar yazacağını bilendir. Sonrası duvarları gelişigüzel cümlelerle örülen bir kulübede yediğiniz mütevazı bir akşam yemeği. Fazlası değil.
Chili Peppers’ı anlatmak adına hatırı sayılır bir süredir duyduğum heyecanın, müzikleri (ve bir zaman sonra karakterleri) ile kurduğum manevi bağdan doğduğunu söylersem yalan olur. Bu heyecan daha ziyade 35 senedir varlığını sürdüren bir markanın, muadillerinin aksine orijinal kalabilmek için hangi bedelleri ödediğine duyduğum meraktan süregeliyor. Bu yüzden ‘şarkıları öyle güzel’, ‘albümleri bu kadar satmış’ gibi teranelerle kimseyi meşgul etmek istemem. Zira yastığın kafamızın şekliyle çukur olmuş yüzü bu bilgilerle, sevgi sözcükleriyle dolu. Öbür tarafta ise yara izleri, ayrılıklar, madde bağımlılığı ve bulaşıcı hastalıklar saklı. Şimdiden uyarmakta fayda var, uzunca bir yolculuğa hazırlanıyorsunuz. Kimseye kemerlerini takmasını söyleyecek, son cümleye kadar benimle kalmasını tutturacak değilim. Sadece açık yaraya dikiş atan bir cerrahı “Bu kadar dikiş yeter, kalanları kendim hâllederim,” diyerek durdurmaya karşı düşünceniz nasılsa dilerim ki bu anlatıya karşı da öyle olur. Bu yazı, müziği arkada konuşup duracak afili sesler olarak gören Kadıköy insanı veya yeni medyacı çocuklar okusun diye değil, kendi yara izlerinin peşine başka yollardan düşmek isteyenler belki aradıkları merhemi bulur diye kaleme alınıyor. Kendi simasının otobüs camındaki yansımasına dalıp gidenler okursa ne mutlu. Tekrar ediyorum, bu son uyarı, köprüden önceki son çıkış; bu bitmek bilmeyecek, canı sıkkın paragraflar dizini bir müzik grubunun yaşantısından ziyade sadece hayatta kalmak için nefes aldığı günler yaşamış müzisyenlerin yara izlerine doğru iyice kayacak ve bu noktadan uzaklaşacak. Güzergâh ise saniyeler içinde giriş paragrafına sapacak ve daha önce tatil niyetiniz olmadan burada bulunmuştunuz.
1997 senesi, eğer bir doğum veya ölümle aklınıza kazınmadıysa insana özel hiçbir şey ifade etmiyor. Ardılları gibi çoktan tozlu bir rafa kaldırılmış durumda. Ne var ki insan üzerine gittiğinde bir su birikintisi veya metcezirde bile dünyayı yeniden keşfedebilir ve anlamını değiştirebilir. Bu yüzden 1997 senesi de kulak kesildiğinde insana geçmiş günlerinden bir perdeyi aralıyor. Yapı Kredi Yayınları’nın yıllar evvel okurlarına dağıttığı, serçe parmağın yarısı boyutundaki Yirminci Yüzyıl Sanat Tarihi güncesi 1996 senesinde bitiyor. Doksan dokuz sayfalık çetelenin son satırları şunlar:
1996
Guggenheim Müzesi’nde Abstraction in the 20th Century: Total risk, freedom, discipline↓ sergisi açıldı.
Ve bülten sonlanıyor. Yirminci yüzyıl sanat tarihi bazı kaynaklara göre burada bitiyor. Kimileri içinse 1994 senesinin Nisan ayında Kurt Cobain’in ölümüyle çoktan sona ermişti. Başka bir grup bu yüzyılın biletini 1923’te, Picasso’nun vefatıyla kesti. Hitchcock, Orwell, Lennon ve Tolstoy bu yüzyılda vefat etti. Yine bu yıllarda Hemingway ağzına bir av tüfeği dayadı, tetiği çekti. Senelerden ‘61’di. Bugün vakitsizce hatırladığımız hangi yapıt varsa, hemen hepsinin sahibi bu en uzun yüzyılda hayatını kaybetti. İki büyük dünya savaşı başladı, bitti. Sanat mecrası yine de devindi. Bu yüzden YKY’de bir kabahat bulmak nafile. Hem belki de baskıda sayfa dizininden doğan bir sebeple günceyi burada kestiler. Sanatın değil ki yüzyıllara, türetilmiş hiçbir zaman formuna hapsolmadığı buradan belli. Kim ne derse desin, 1996’da fikren bitmiş gibi gözüken yirminci yüzyıl, 1997’de bir grup müzisyen için farklı hayalleri adına kurulmuş bir sahne ve ele geçmiş bir düzine fikir anlamına geliyordu. Bu dört müzisyen o sıralar bitmiş bir maçın sonucunu değiştirmeye çabalamaktaydı.
Üzerine yüzlerce makale yazılmış bir grup sanatçıyla ilgili söylenmemiş laflar bulmak öyle zor ki. İnsanın kendisi için özel sanatçıları ritim ve laflardan soyutlayarak salt bir düzlemde incelemesi gerekiyor. Bu patika da beni 1997 senesine götürüyor. Grubun bütün medyatik varlığını bir kenara bırakarak, kendi yaralarını onarıp kefeni yırtarak gün yüzünü buldukları seneye. Eğer tanımayan varsa Chili Peppers’ın doğuşu şöyle özetlenebilir; 1983’te bir grup olarak çalışmaya başladılar. İlk senelerinde striptiz kulüplerinde, barlarda çaldılar. Uyuşturucu ve pisliğin yatağında bir ayık, bir baygın senelerce kaldılar. Dört sıska adamdılar, biri vokal, biri gitar ve diğeri bas gitar, biri de davulda. İlk gitaristleri öteki üyelere müzik yapmayı öğretti, sonra ne yazık ki hayatını kaybetti. Yirmi bir yaşında müzik yapmaya başladıkları grubun sadece iki üyesi kalıcı olacaktı, vokalist Anthony Kiedis ve bas gitarist Flea. Seneler geçtikçe hayatları, şöhretleri ve yaraları daha da büyüdü, derinleşti. 1997 senesinde hâlâ hayattalardı, ancak bütün müzik hayatlarının belki en derin çukurunda çaresiz bekliyorlardı.
Vokal Anthony Kiedis’in otobiyografi kitabı Scar Tissue’da (Yara Dokusu) anlattığına göre, 1997 senesi grubun basçısı Flea’nin tabiriyle ‘hiçbir şeyin senesi’ idi. O yıl sadece temmuz ayında bir festivalde çalmışlardı. Üstelik son albümleri beklentileri karşılayamamış ve provaları bırakmış, rölantide sıkışıp kalmışlardı. Doksanyedi senesi Kiedis’e göreyse macera ve talihsizliklerin birbirini seyrettiği bir süreçti. Amiyane tabirle küllerinden doğacaklarını kendileri de bilmiyor, yaşantının sarhoşluğunu def etmeye çabalıyorlardı.
Flea’nin Eppstein-Barr virüsü ve öteki problemleriyle ayrı kollardan savaştığı bu süreçte grubun geleceği adına asıl kavgaları köşe bucak kaçmaya başladıkları şöhret ve uyuşturucudan ayrı bir tarafta, kendi içlerinde çözülmeyi bekliyordu.
Doksanlı yıllarda sükse yakalamış, popülaritelerinin zirvesinde vokalistleri Perry Farrell tarafından dağıtılmış Jane’s Addiction grubunun gitaristi olan Dave Navarro, grubun dağılmasıyla bir anlamda boşa çıkmış oldu. Senelerden 1991’di. Akabinde, Chili Peppers’ın gitaristi John Anthony Frusciante’nin terk-i diyarıyla, geride kalan üyeler başarılı sayılabilecek bir piyasa hamlesiyle 1993’te Navarro’yu oluşuma dahil ettiler.
Navarro’nun tekniği, grubun önceki albümlerinde edindiği funky tonu öteden yakalıyor ancak daha ziyade dönemin önde gelen gruplarından Lynyrd Skynyrd’ı andırıyordu. Eski gitaristleri John kadar esnek olmadığı aşikardı. Ayrıca müziklerinde Nirvana’nın etkisi hâlen hissediliyordu. Bu uyuşmazlığın yanında Navarro’nun çalışma metodu uzun saatler boyunca grupça çalmaya değil, uzun tartışmalara dayanıyordu. Burada da John’u aratıyordu. Yeni üyeleri Flea’nin tabiriyle ondan gitar çalmasını istediklerinde çok fazla gitar çalıyordu. Tüm bunların yeni transferlerinin gruptaki geleceği konusunda belirleyici olduğu, bugün bakınca şüphesiz daha rahat görülüyor.
Navarro’nun gruba katıldığı bu süre zarfında dünyada müziğin normları değişiyor, Nirvana’nın öncüsü olduğu grunge akımı yerini başka rüzgârlara bırakıyor, yeni tohumlar filizleniyordu. Chili Peppers ve çevresinde gelişen bir ağın içinde yüzlerce gruptan bahsetmek mümkün, ancak bunlardan bazıları daha öne çıkıyordu. Bu gruplardan Radiohead’in varlığı, doksanların ortalarına doğru onları dolaylı yoldan epey etkiledi. İki grubun üyeleri takip eden yıllarda başka oluşumlarda beraber de çalacaktı.
İngiltere çıkışlı Radiohead'in müzikal yolculuğu da Chili Peppers için olduğu gibi, grup üyelerinin lise yıllarında tanışmasıyla başladı. Anthony Kiedis ve Flea bir kavga sırasında, Thom Yorke ve Edward O’Brien aynı sınıfta karşılaşmışlardı. İlk deneyimleri ve isimlerinin Radiohead’e dönüşmesinin ardından esasen herkes gibi Nirvana’dan etkilendikleri ilk albümleri Pablo Honey’i 1993’te yayınladılar. Pablo Honey albümü, her derde deva eleştirmenler tarafından ağır eleştirilere hedef oldu. Ancak ilginçtir albümün ikinci şarkısı olan Creep Amerikan müzik listelerinde yüksek sıraları görmeyi başardı. Takip eden senelerde Radyokafa’yı Cihangir’in kültürel desenlerinden biri hâline getirecek albümlerinin ardından grup üyeleri bu şarkıya olan antipatilerini dile getirecekti, ancak ilk zamanları için Creep bir lokomotif görevi görüyordu. Birkaç sene sonrasındaysa OK Computer albümünü yayınladılar ve hem kendileri hem de dünya müziği için yeni bir sayfa açtılar. Bu albüm plaza yaşantısından bunalan ve bir kaçış yolu arayan milyonlarca dünya vatandaşının ortak çığlığına dönüştü. Albümün değerini ödüllerle ölçmek manasız elbette. Ancak milyonlarca insana ulaştıkları OK Computer albümü Radiohead üyelerine 1997 senesinde ilk Grammy’lerini kazandırdı. Başka bir deyişle, hiçbir şeyin senesinde. Aynı günlerde Chili Peppers üyeleri eski başarılarına hasret, bir mucizenin kendilerine çarpmasını bekliyordu.
Doksanlı yılların başları aslında Anthony Kiedis ve çevresinde şekillenen grubun aksiyon romanlarını andıran hayatlarının en heyecanlı bölümü olabilir. Ayrıca eğer ‘kariyer basamakları’ denen kavram sahiden varsa, grubun bu basamakları üçer beşer tırmandığı zamanlardan biri de bu yıllardı.
Chili Peppers için doksanlı yıllara doğru pedal çevirdikleri dönem ise kabuklarını kırdıkları yıpratıcı bir koza sürecinden ibaret. Grubun kurucu-gitaristi Hillel Slovak’in 1988 yılındaki ölümüyle grup üyeleri adeta tersyüz oldular. Yakın arkadaşları olmasının dışında Kiedis’e nasıl şarkı söyleyeceğini, Flea’ye nasıl bas gitar çalacağını öğreten de Slovak’ti. Grubu sırtında taşıyordu. Grubun ikinci ve üçüncü albümlerinde gitarı devralan ve The Uplift Mofo Party Plan albümüyle grubu Billboard listeleriyle tanıştıran da o oldu. Albümde Slovak gitarını hem funky hem de oldukça agresif üslubuyla kendini ifade etmek için kullanıyordu. Grubun şarkılarında çıkardığı seslerin rengini belirleyen de oydu. Ne ki takip eden turne programlarında gitgide artan uyuşturucu bağımlılığı albümleri çıktıktan bir sene kadar sonra Slovak’in aşırı dozdan ölümüne sebep oldu. Chili Peppers üyelerinin talihi, hakkını ödeyemeyecekleri Slovak’i kaybettikleri günlerde değişecekti.
Hillel Slovak vefatından birkaç ay evvel arkadaşlarıyla hayranı olan bir genci tanıştırdı. Henüz on sekiz yaşına girecek olan, liseyi terk etmiş, tek başına yaşadığı evde günde on beş saati aşkın sürelerde gitar çalan bu çocuk kendisini grup üyelerine ilk defa o gün tanıttı. Adı John Anthony Frusciante’ydi.
John Frusciante, hayranı olduğu Slovak’in ölümünden sonra grupta onun yerini alacaktı. Flea kendisindeki potansiyeli fark etti ve John’a grubun yeni gitaristi olmayı teklif etti. Genç ve tecrübesiz, ancak müzikle kafayı bozmuş hâldeydi. Düşündüğü, uğraştığı neredeyse başka hiçbir şey yoktu, sadece yiyor, içiyor ve gitar çalıyordu. Bu teklifle birlikte John Frusciante’nin en büyük hayali gerçek oldu. Aynı zamanda John’un gruba katıldığı 1989 senesinde uzun yıllar boyu çalışacakları prodüktörleri Rick Rubin tarafından keşfedildiler. Grubun gitarı John Frusciante’ye emanet etiği ilk albüm Mother’s Milk aynı sene Warner Bros etiketiyle yayınlandı. John, bu albüm ve takip eden turne programı boyunca gerek gitarı çalış biçimi gerekse sahnedeki dans koreografisiyle sanki Slovak’i taklit ediyordu. Mother’s Milk ve turnesi grubun bir anlamda deri değiştirdiği zaman zarfıydı.
Kendilerini dinlemek için konser salonlarına doluşan ve giderek çoğalan kalabalık. Her köşe başında kendilerini bekleyen paparazzi flaşları. Her tarafta grup tişörtlerini giymiş hayranlar. Şehrin palmiyelerle sarılı otoyollarına bakan genişçe teraslar. Los Angeles’ın göbeğinde, yanı başlarında filizlenen modern rock döneminin ilk tohumları. Şöhret, para ve problemlerinin parlak yükselişi.
Tüm bunlar Mother’s Milk ve 1992’de yayınladıkları Blood Sugar Sex Magik (BSSM) albümüyle Chili Peppers’ın kazançlarından bazılarıydı. Grup günden güne piyasadaki büyükbaşlardan biri oluyor, albümleri dilden dile dolaşıyordu. Gelişmeler Anthony Kiedis’i tatmin ediyor, ancak rüyasını yaşıyor olması beklenen John Frusciante’nin canını daha da sıkıyordu. Chili Peppers’ın fetret devri doksanlı yılların ortalarına doğru çoktan başlamıştı. Kameraların önünde ve sahnedelerken her şey yolunda gibiydi ancak kulislerine fırtına öncesi sessizliği çökmüştü.
Grup BSSM’in kayıtlarına başlamadan evvel John Frusciante de Hillel Slovak gibi uyuşturucuyla yatıp kalkmaya başladı. Aslında bu durum sadece grubun gitaristlerine özgü değildi. Flea 1999’da NYrock’a verdiği röportajda olup biteni anlatacaktı.
Pavel Suslov
Biz asla insanları temiz ve sağlıklı bir hayata teşvik eden bir grup olmadık. Benim uyuşturucuyla problemlerim vardı. Anthony de bir junkie’ydi. Hepimiz bağımlılıkla savaş hâlindeydik. Buna kolayca sürüklenirsiniz, sanırım John’un başına gelen de bundan ibaretti. Her şeyle başa çıkmak için çok genç ve tecrübesizdi,” sözleriyle aynı hataları paylaştıklarını anlatacak ve şöyle sürdürecekti, “Bizse daha yaşlı, oyunu bilen adamlardık, aynı şeylerle mücadele ettiğimiz zor zamanları geçmişte bırakmıştık. Ama uyuşturucu sadece grubun bir parçası değildi. Hepimiz Hollywood’da büyüdük ve uyuşturucu bütün rock kültüründe büyük bir role sahipti. Bir yolunu bulup sizi içine çekerdi.
Flea
NYrock röportajı
Hollywood çevresinde geçen gençlik günleri grubun yeni üyesi John’a bir bağımlılık, bunun yanında gitgide aksileşen bir davranış örüntüsü armağan etti. Zira yeni albümleri BSSM’i albümünü kaydederken artık şöhretlerinden rahatsız olmaya başlamıştı. Aynı popülarite tam aksine Anthony Kiedis’in rüyasıydı, bu noktada çatışıyorlardı. Kiedis bu fikir zıtlığına otobiyografisinde şu cümlelerle yer verecekti:
(…) Fakat o, yeni kavuştuğumuz popülariteyi kötü bir şey olarak görüyordu. Kuliste pek çok defa öfke dolu tartışmalarımız oldu.
John, “Aşırı ünlendik. Benim başarının bu düzeyine ihtiyacım yok. Beni gururlandıran iki sene evvel çıktığımız kulüplerde çalmaktı,” diyordu.
Bense, “İnsanların birden çıkagelmesi kötü filan değil,” diye karşı çıkıyordum.
O ise hemen arkamda somurtuyor, ondan yapmasını istediğim şeyleri yapmıyordu, ki herkesin karşılaştığımız bu yeni vaziyete aynı tepkiyi vermesini beklemek benim hatamdı. (…) John’un artık tek istediği evinde Captain Beefheart dinleyip resimler çizmekti.
Anthony Kiedis
Scar Tissue
Kulislerinde olup bitene Flea’nin pek karıştığı söylenemezdi. Sahnede yüksek tempolu şarkılarıyla seyircileri eğlendiren sahne insanlarıyken kulislerinde dört huzursuz adama dönüşüyorlardı. Flea bu sıklaşmış sözlü kavgaların yanında ayrıca boşanma sürecinde, adeta kapana kısılmış gibi debeleniyordu. Günler sonra biletleri günler öncesinden tükenen New Orleans konserlerine çıktılar. John sahnenin bir köşesinde soluk vaziyette durmuş, gitarını zar zor çalıyordu. Kulise döndüklerinde Anthony gruplarının aykırı gitaristine, “John, ne düşündüğün, kafanın nerede olduğu veya nerede olmayı tercih edeceğin umurumda bile değil. Biz bir sahneye çıkıyorsak ve bu salona gelen, bunun için para ödeyen, şarkılarımızı bizimle beraber deneyimlemek isteyen bunca insan varken yapabileceğin son şey bu şovu perişan etmek olur,” diye esip gürlüyor, John ise altta kalmayarak, “Ben olayı böyle görmüyorum. Ben on kişiye çalmayı tercih ederdim,” diyordu. Flea yine sessizdi. Kulis iyiden iyiye savaş yerine dönmüştü.
Tüm bu kavgalar süredursun, Blood Sugar Sex Magik albümüyle yakaladığı başarı gruba Los Angeles müzik camiasında özel bir prestij kazandırmıştı. Chili Peppers artık piyasadaki söz sahiplerindendi. Ortaya çıkışına şahit oldukları yeni gruplar kendileri gibi takip eden otuz sene boyunca tüm dünyaca tanınacaklar, milyonlarca hayata dokunacaklardı. Hayat kompozisyonlarının uzadıkça dallanıp budaklanan kafası karışık gelişme paragrafıydı bu seneler.
Blood Sugar Sex Magik turnesi müzikal değişimin işaretiydi. Ortalıkta 80’ler müzikal mentalitesinin öldüğüne dair kesin bir algı vardı. ‘Warrant’, ‘Poison’ ve ‘Skid Row’ gibi işe yaramaz pop-metal grupları dağılmış, ‘The Cosby Show’ gibi ucuz aile komedileri zıvanadan çıkmıştı. Havada yeni bir şeylerin kokusu vardı. ‘Nirvana’ denen bir grubun yeni kasetini alıp bir vadide araba sürerken bu heriflerin nereden geldiğine şaştığımı hatırlıyorum, sanki tınıları bu dünyadan değildi. Bu arada biz de turneye hazırdık, bir gece MTV’de ‘Smashing Pumpkins’ diye bir grubun ‘Gish’ adında bir şarkısını gördüm, gerçekten güzeldi. Sonra da (Chili Peppers’ın menajeri) Lindy’yi aradım ve Smashing Pumpkins’i turnemize dahil etmesini istedim. Sonrasında (grubun o dönemki davulcusu) Jack Irons aradı, Lindy’nin ofisine gelmemizi istedi ve bizden bir iyilik yapmamızı, Eddie Vedder denen bir şarkıcının, Jack’le RHCP’ın cover grubundan tanışıyorlardı, yeni şarkısını dinlememizi istedi. Eddie’nin yeni grubunun adı ‘Pearl Jam’di. Dinlettiği kaydı pek beğenmedik, o sıralar birer müzik züppesiydik. Ama çocukların tınısı içten ve özgündü. Ardından Pearl Jam de turnede ön grubumuz oldu.
Anthony Kiedis
Scar Tissue
Kiedis yeni grupların geleceğini tayin ettikleri günleri böyle anlatıyor. Dünyada kaç milyon rock müzik takipçisi var bilemem, ancak ben dahil hemen hepsinin hayal dünyalarına buyur ettikleri bu gruplarla kariyerlerinin başında tanışmak isteyeceğine eminim. Anthony Kiedis, bir nevi patronu olduğu gruplarıyla sadece ünlenmiyor, etrafında filizlenen müzik algısının yükselişinde de başrolü oynuyordu. Takip eden aylar içinde Nirvana üyeleriyle de tanışacaklardı, ne ki John olup biteni “Nirvana, Shirvana, who cares?”↓ diyerek savuşturacak kadar kayıtsızdı.
John, grup ünlendikçe öteki üyelerden uzaklaşmaya başladı. Turne yolculuklarında hiçbir grup üyesinin eşi veya sevgilisi olmayacağına dair kuralı bozan oydu. Kafasında oturtamadığı normları yıkarak yok etmeyi deniyordu. O dönemki kız arkadaşı Toni’yi beraberinde getirmişti. Partnerini grup üyelerinden izole olmak ve ortaya attığı her fikre katılan bir yancı olması için kullanıyordu.
Ayrıca albümün çıkmasının hemen ardından John ve Anthony Hollanda, Belçika ve Fransa gibi ülkeleri kapsayan bir tanıtım gezisi için Avrupa’ya gittiler. Gezi boyunca röportaj ve etkinliklerin yoğunluğuna adapte olamayan John, programın Belçika ayağında bir sabah Anthony’ye kendisini iyi hissetmediğini söylüyor, turneyi tek başına bitirip bitiremeyeceğini soruyordu. Ayrıca otel odasındaki telefondan Toni’yle konuşmak için Amerika’ya yaptığı aramalar iki bin dolarlık bir telefon faturasına mal olmuş, uyuşturucu bağımlılığı ise kontrolden çıkmıştı. John Frusciante’nin en büyük hayali korkunç bir kabusa dönüşüyordu.
Grubun Blood Sugar Sex Magik albümünü yayınlamasıyla beraber satış rakamları dolardan bile daha hızlı yükselmeye başladı. Her ne kadar yeni şarkıları Give It Away’i çalması için gönderdikleri bir radyo istasyonu, “Önce şarkınıza bir melodi bulun, sonra çalarız,” yanıtıyla onları geri çevirse de albümdeki şarkıların, özellikle Under the Bridge’in dilden dile dolaşmasıyla ibre taraflarına dönüyordu. Albümün alışılmamış renkleri insanları gruba doğru çekiyordu.
İlginçtir, Under the Bridge’in sözleri aslında Anthony Kiedis’in not defterine karaladığı bir şiirden ibaret. Albüm kaydına hazırlandıkları günlerde prodüktörleri Rick Rubin, Kiedis’in not defterinde tesadüfen Under the Bridge’e rastlıyor. Şiirin ne olduğunu Anthony’ye soruyor ancak “Bizim işlerimize göre olduğunu sanmıyorum. Çok daha yavaş, melodik ve dramatik bir şiir,” yanıtını alıyor. Ancak Rubin’in “Olabilir, yine de çok iyi. Bence öteki çocuklara da gösterip fikirlerini soralım,” önerisi üzerine Under the Bridge grubun beğenisini kazanıyor ve not defterindeki şiirin üzerine şarkıyı besteliyorlar. Alışılmış olan müziğin üzerine söz yazma gelenekleri bu defa sözlerin üzerine yazdıkları yeni şarkılarıyla esniyor.
Sometimes I feel (Bazen hiç arkadaşım)
Like I don’t have a partner (Yokmuş gibi hissediyorum)
Sometimes I feel (Bazense yaşadığım şehrin)
Like my only friend (Tek arkadaşım olduğunu)
Is the city I live in (Yaşadığım kent)
The city of angels (Meleklerin şehri)
Lonely as I am (Benim kadar yalnız)
Together we cry… (Beraber ağlıyoruz…)
Hatırı sayılır ticari başarıları Chili Peppers’ın içindeki çatlakları onarmak için yeterli değildi. Konser turnelerinin Avrupa ayağının yarısında, TV’de Saturday Night Live’a (SNL) konuk olmak için Amerika’ya geri döndüler. Televizyon binasına gittiklerinde John çalışanlarla kavga ediyor, Anthony’yle tek kelime konuşmuyordu. Sahneye çıktılar, Under the Bridge’i çalmaya başladılar ve John şarkıyı plânda olmayan melodilerle donatmaya başladı. Anthony’ye eşlik etmesi gereken sözlerin yerine sadece mikrofona bağırıyordu. Tüm performans (muhtemel ki eroin etkisindeki) John için aslında bir deneyden ibaretti. Anthony’ye göreyse bu deneyi yapmak için milyonların izlediği bir TV şovu en yanlış yerdi. Seneler sonra SNL sahnesindeki performansları için, “O bir deney yapıyordu ama biz aynı şeyin peşinde değildik. Milyonlarca insanın önündeydik ve performans bizim için tam bir eziyetti. (…) Şarkıyı bitirdiğimizde dört farklı adam dört farklı parça çalmış gibiydi. (…) Ancak ilginçtir, programa çıktıktan sonra şarkı listelerde tavan yaptı. Belki bir tesadüften ibaretti, belki de bu kaotik performansın içinde insanlar kendilerine dokunan bir şeyler buldular,” yazdı. Seneler sonra bile bu kaotik deney için şarkının en güzel hâlinin orada çalındığını yazanlar oldu. Sonucu ne olursa olsun, SNL sahnesiyle birlikte John ve grup arasındaki bağlar çoktan kopmuş, uzatmaları oynuyorlardı.
Yeniden Avrupa’ya döndüler, ardından Havai’de sahne aldılar, sıradaki konserler Japonya ve Avustralya’da olacaktı. Flea Avustralya’da doğduğu için grubun burada vereceği ilk konser hayli önemliydi, ne ki John için fark eden hiçbir şey kalmamıştı. Japonya’ya uçtular. Flea, Anthony ve menajerleri Lindy hikâyenin orada sonlanacağını hissediyordu. Bu süreçte Anthony, John’dan ziyade bir kontrol delisine dönüşen kendisinin hatalı olduğunu idrak ediyor, yine de kadınlar, yoğun konser programı ve kuru gürültüden ibaret yaşantısında kendini toparlama gücünü bulamıyordu.
Anthony Kiedis bir sabah ne pahasına olursa olsun her şeyi konuşmak için John Frusciante’nin odasına gitti. Tokyo’dalardı. Köşesine çekilmiş hâlde bulduğu John kendisine, “Gruptan ayrılmam lâzım. Hatta ayrılmak zorundayım. Eğer buradan şimdi çekip gitmezsem öleceğim,” diyecek, tükenmiş bakışları bu dileğinin gerçek olmasına yetecekti. Ayrılma talebi kabul edildi. Sadece son bir defa, kapalı gişe çalacakları Tokyo sahnesinde grupla sahneye çıkacaktı. Anthony Kiedis, “Gelmiş geçmiş en korkunç konserimizdi. Her bir nota ve kelimesi acıyla dolu ve daha fazla beraber çalmayacağımızı bilerek geçti,” yazacaktı o gün için. Aynı gece John Frusciante zincirlerinden kurtularak grubun kaotik dünyasından kendi yalnız evrenine geri döndü. Artık her biri kendi yolunda yalnız ve pusulasız kalmış, ne yapacağını bilemeyen birer yolcuydu.
1992 ile 1997 seneleri arasında John neredeyse bir an için bile ayık kalmayacak, grupsa John’un yerine buldukları yeni gitarist Dave Navarro’yla uyuşamayacaktı. 1996’da Robert Wilonsky’yle gerçekleştirdikleri röportajda John parmak uçları kan toplamış, dişleri sapsarı kesilmiş, fecaat bir hâldeydi. Gazeteciye, “Tamam, benden hisli bir şeyler söylememi bekliyorsunuz. Uyuşturucu… Ben bir junkie’yim, damardan almayı seviyorum. Yani kendime zarar veriyorum. Bu kadarı yeterli mi?” diyor ve kâbus gibi bakışları orada takılı kalıyordu. Üstelik bir keresinde uyuşturucunun etkisinde evini yakmış, gitarları yangında kül olmuş, geriye kollarındaki yanık izleri kalmıştı. Bu süre zarfında geride bıraktığı grubun hâli de daha iyi sayılmazdı.
Chili Peppers üyeleri John’un ayrılığından sonra turne programlarına devam edebilmek için yeni bir gitarist arayışına girdiler. İlk tercihleri Dave Navarro değildi, turnenin ortasında bir seçme düzenlemek için zamanları yoktu. Japonya’dan Avustralya’ya gittiklerinde John’un yerini doldurması için Zander Schloss’la görüştüler. Günde iki prova alarak dört gün boyunca çalıştılar ancak kimyaları uyuşmadı. Rezalet çalmaktansa verecekleri ilk Avustralya konserlerini iptal ettiler. Amerika’ya döndüklerinde bir seçme organize ettiler, Dave Navarro’yla da bu arada anlaştılar. Navarro avantajlı bir seçimdi, yakın zamanda piyasada başarıya ulaşmıştı. Gruba taze kan olabilirdi. En azından eğer işler plânladıkları gibi gitseydi.↓
1992’den hiçbir şeyin senesi 1997’ye gelene dek yeni gitaristleri Dave Navarro ile beraber yeni bir albüm yayınladılar: One Hot Minute. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu defa albüm iyi satmamıştı. Ayrıca Navarro’nun çalışma şeklinden memnun değillerdi, John’la çalışırken yaşadıkları rahatlığı onda bulamadılar. Flea, seneler sonra vereceği bir röportajda, “Dave ile eskiden çalıştığımız gibi çalışmak mümkün değildi. Çalışmalarımız düşünerek geçen uzun saatler ve bitmek bilmeyen tartışmalardan ibaretti. John ile birlikte çalışıyorken her şey farklı. Sadece çalıyoruz.” sözleriyle o günler takılıp kaldıkları çıkmazı birkaç cümlede açıklıyordu.
Saman takvimin yaprakları 1997’yi gösterdiğinde işler tümüyle kördüğüm olmuş, adeta tıkanmıştı. O sene hiç konser vermediler, artık prova bile yapmıyorlardı. Anthony grup takvimindeki rehaveti fırsat bilerek Hindistan’ı dolaştı, Dalai Lama’yla görüştü. Artık ortada sürdürülebilir hiçbir şey kalmadığını fark edecekleri güne doğru yaklaşıyorlardı.
Bir akşam Anthony, Sunset’te bir otoparkta alışveriş yapmak için torbacılarını beklerken üzerinde Red Hot Chili Peppers çıkartması olan bir arabayla karşılaştı. Sonrasında gözü arabadaki çocuklara ilişti, üzerlerinde grubun tişörtlerini fark etti. Arabanın şoför koltuğunda görünmeyecek kadar kambur hâlde eğildi, utanç içinde kontağı kapattı. Saklanmaya başladı. Hayranları uzaklaşana dek kılı dahi kıpırdamadı. Grup ve yaşantılarının direksiyonunu artık toparlamak zorundaydılar, bir vadiden tepetaklak yuvarlanmaları an meselesiydi. En dibi görmüşlerdi. Dave Navarro ile yürümemiş ve yürümeyecekti de.
Bünyelerinde açılmış en derin yarayı onarmaya Dave Navarro’yla yolları ayırarak başladılar. Kararı Navarro’ya iletmeden birkaç gün önce grup içinde bağlar iyice gerilmişti. Stüdyoya kafası güzel gelen Navarro, Anthony’nin üzerine yürümek için ayağa kalktığında dengesini kaybedip bir amfinin arkasına devrildi. Bu trajikomik sekans yeni gitaristin gruptaki varlığına noktayı koyuyordu. Birkaç gün sonra Chili Peppers üyeleri Dave Navarro’ya kendisiyle daha fazla çalışmak istemediklerini söylediler. Navarro’nun durumu kabullenmesi güç oldu, ancak karar kesindi. Zira Anthony’nin tabiriyle artık ortada bir grup yoktu. Albümleri satmamış, prova yapamaz hâle gelmişlerdi. Flea vücudundaki Epstein-Barr virüsüyle mücadele ediyor, Anthony ise birkaç sene evvel geçirdiği Hepatit C’nin ölümcül hâle gelmemesi için kendini toplamak zorundaydı. Nihayetinde Flea de daha fazla dayanamayacak, havlu atacaktı. Bir gün Anthony’ye gelip, “Artık bu işi sürdürebileceğimi sanmıyorum,” dedi. Chili Peppers küllerinden, tarihi kim bilir nedir, o gün doğdu. Anthony o gün ne konuştuklarını harfi harfine yazacaktı.
Bunun günün birinde olacağını görebiliyordum. Çok barizdi, grup adına hiçbir şey yaşanmıyordu.
“Biliyorum, yani bir gün bunu söyleyeceğini biliyordum. Sahiden anlıyorum.”
Ardından Flea bombayı patlattı. “Ancak bir ihtimal gerçek olursa grupta kalabilirim; John’u yeniden aramıza, gruba alırsak…”
“John neden yeniden bizle çalışmak istesin ki?” dedim, “Ne ben ne de bu grubun ona kattıkları umurunda bile değil.”
Flea, “İçimde, belki onun da küllerinden doğmak için geri dönmeyi düşündüğüne dair neşeli bir his var.” dedi.
“Harika bir mucize olurdu bu,” diye aklımdan geçirdim, “Ve ikinci mucize de yeniden bizimle birlikte çalması olurdu.”
“Sen kafayı yemişsin, John yeniden bizimle çalışmayacak.” dedim.
Anthony Kiedis
Scar Tissue
Neşeli bir his. Ellerinde bu kadarı kalmıştı. Bu süre zarfında John Frusciante, tam da Flea’nin hislerine karşılık gelen dirilişe muhtaç, yaşamak denirse eğer, yaşıyordu. Aklı başında değildi, Basqiuat, da Vinci gibi ressamlardan esinlenerek resimler yapıyor, şarkılar yazıyordu ancak varlığının hiç alışamadığı bir yüzüydü sirayet eden. Ölümün kıyısında kendini durdurabilmişti. Beş senedir doğru düzgün konuşmadığı eski arkadaşlarıyla farklı hayatlar sürüyor, aynı acıları paylaşıyorlardı.
Anthony, John’un Melrose’daki Zero galerisinde bir sergi açacağı haberini almıştı. Sergiden bir gün evvel galeriye gitti, John’la seneler sonra ilk kez karşılaşmışlardı. John gelişigüzel kırpılmış saçlarıyla Anthony’yi karşılıyordu. Yürüyen bir iskelete dönmüştü. Lafladılar, birbirlerini gördükleri için mutlulardı. Anthony’nin John’u sonraki görüşü rehabilitasyon merkezinde oldu. Durumu giderek ağırlaşmıştı. Bacağı kesilebilirdi. Çene ve dişleri için ameliyatlar geçirdi. Aylar boyu hastanede kaldı. Bütün rehabilitasyon boyunca Anthony yanında kaldı. Aylar süren her anlamda yenilenme sürecinin sonunda John Silver Lake’de bir ev kiraladı. Bir nisan günü kapısı çalınıyordu. Gelen Flea’ydi. “Gruba geri dönmek, yeniden bizimle çalmak ister misin?” diye sordu. John gözyaşları içinde cevapladı, “Hayatımda beni daha mutlu eden hiçbir şey olamazdı.”
Flea’nin garajında toplandık, garajının bir bölümünü prova alanına çevrilmişti. Chad köşeye davulunu kurdu. Flea, ‘Tamam, bu defa büyük beklentiler yok. Sadece çalalım.’ der gibi bakıyordu. Boktan bir müzik kurulumumuz vardı. John’un gözlerinde kuşku vardı ama gitarını amfiye taktı ve çalmaya başladık. Artık yeniden ‘biz’dik. Belki de orada böyle düşünen sadece bendim, ama oda cennetsi bir müzikle dolmuştu. Enstrümanlarımızı elimize alıp çalmamızdan başka hiçbir şekilde ortaya çıkamayacak bir müzikle. Benim için bu, hayatlarımızın beraber geçecek altı senesini tanımlayan andı. (…) Artık hepimiz yeniden bu evrensel, muazzam orkestranın bir parçası olabilirdik.
Anthony Kiedis
Scar Tissue
Chili Peppers üyeleri ve John Frusciante, 1992 ve 1997 seneleri arasında sınavlarını birbirinden ayrı salonlarda verdiler. Bu beş sene, Nihat Aşar’ın “Nasıl geçti habersiz / O güzelim yıllarım / Bazen gözyaşı oldu / Bazen içli bir şarkı…” dizelerinin izah ettiği gibi geçti. Kavgalı ayrılıklarının ardından her biri bir köşede hayatta kalmaya çalışıyor, bir anlamda aynada kendisini arıyordu. Sonunda günün birinde bir garajda yeniden toplanıyorlar, artık Chili Peppers için yeniden eskiden olduğu gibi şarkılar yazmak zamanı geliyor… üzerine pek konuşmadan, sadece çalarak.
Grubun kopan fırtınalarda göze çarpmayan davulcusu Chad Smith, John’un gruba ikinci defa katılmasının ardından hislerini Guitar World’e aktarıyordu, “20–25 senedir beraber olan gruplarda bir nevi bir müzikal telepati gelişiyor. Ve bu sadece beraber çaldığınızda — yani birbirinize sahiden bağlandığınızda ve bağlanmayı istediğinizde ortaya çıkıyor. (…) Bu kadar uzun süre beraber çalan grupların mutlaka kendilerine has bir şeyleri oluyor.”
Dörtlü yeniden bir albüm kaydetmek için toplandığında, her ne kadar işler masalsı bir ivmeyle toparlandıysa da önlerinde yürüyecekleri uzun bir yol vardı. Her şeyden evvel, son ayrılıklarından doğan belli problemler mevcuttu. John senelerdir gitarda doğru dürüst pratik yapmıyordu, parmakları körelmiş hâldeydi. Neredeyse kayıtlar bitene kadar sağ bileği eski gücüne kavuşmadı, bu da kayıtlarda çaldığı şarkıları büyük ölçüde etkiledi. Şarkıları yazarken, kaydederken, kayıtlar üzerine konuşurlarken her an gitar üzerinde pratik yapıyor, eve döndüğünde de saatlerce çalmaya devam ediyordu. Bilinçli veya bilinçsizce, Chili Peppers müziği artık kimlik değişimine girmişti.
Sekiz ay boyunca albüme hazırlandılar, dört ay prova ve şarkıların yazımıyla geçerken kayıtlar sadece üç hafta sürdü. Herkes kendi bölümlerini yazıyordu. Bununla beraber albüm mümkün olduğu kadar eski usul kaydediliyordu. Muhtemel ki şarkılardan garajlarında aldıkları lezzeti kayıtlarda da işitmeye niyetliydiler. John LA Weekly’ye verdiği demeçte, “Analog kaydedilmiş şarkılar kulağa çok daha iyi geliyor, kendi şarkılarımızı da böyle kaydetmek istiyoruz. Bilgisayarlara karşı nutuk çekmeyeceğim, benim dinlediğim birçok şarkı da orada kaydedildi. Ama bilgisayarların sağladığı elverişliliğin esasen ‘elverişli’ olup olmadığını bilemiyorum. Aldığım ‘ilk kaydı’ seviyorum; defalarca kayıt almayı, kayıtları birleştirmeyi pek sevmiyorum. Aldığımız ilk kayıt bende çok ayrı bir heyecan uyandırıyor,” sözleriyle yöntemlerini anlatıyordu.
Bir araya gelip saatlerce ürettikleri gelişigüzel melodilerin şarkılarındaki yeri yadsınamazdı. Alelade ortaya atılan bir fikir, yarım saat içinde albümün köşe taşı bir şarkısına dönüşebiliyordu. Albümdeki I Like Dirt, Scar Tissue ve This Velvet Glove bu gelişigüzel gitar çaldıkları uzun saatlerde meydana çıkmıştı. Albümün son şarkısı olan Road Trippin’ ise büsbütün farklı bir hikâyenin ortasında doğdu.
Grupça sörften dönerken, arabanın arka koltuğunda gitarı eline alan John, sonraları Road Trippin’ şarkısına dönüşecek melodiyi çalmaya başladı. Anthony çaldığı şeyi duyunca arkasına dönüp, “Ne bu?” dedi ve “Hiçbir şey, uyduruyorum öyle,” yanıtını aldı. Akabinde Flea de duyduğu melodinin ardından eline bas gitarı aldı ve John’dan aynı şeyi yeniden çalmasını istedi. Üzerine çabucak bas notaları yazdı ve Anthony ortaya çıkan bütünün üzerine sözleri yazdı. Şarkıda davul yoktu, daha sakin, sessiz sedasız yolculuğu anlatan bir şarkıydı. Road Trippin’ albümlerinin en sevilen şarkılarından biri oldu. John Frusciante’yle çalışırken üretmeleri bu denli kolaydı. Günün her saati karşılarına ilgilerini çekecek fikirler çıkabiliyordu.
Anthony Kiedis, John’un kendini düzeltmek ve daha fazla üretmek adına duyduğu arzudan çok etkilenmişti. Kendisi için, “John temelde bizim için üç şey yapıyor; hem konserlerde çalıyor, hem de her dakika ya bir şeyler dinliyor, ya kendi kendine o şarkıyı çalışıyor ya da 7/24 yeni şarkılar yazıyor. John’u gece yarısı arayın, bir Ornette Coleman kaydına eşlik ediyordur. Onu öğleden sonra 2’de arayın, muhtemelen işimize yarayacak yeni şarkıların üstünde çalışıyor olacaktır. Akşamın 10’unda aradığınızda ise gizemli bir romanı yeni bitirmiş, çalmak istediği akustik Jimmy Page şarkısının solosuyla meşguldür. Bu türden bir adanmışlık genelde yaptığınız işe de bulaşır, biz de sadece daha fazla çalmak, daha fazla kaydetmek, daha fazla konser vermek ve bu dünyaya daha fazla güzellik bağışlamak istiyoruz. Dünyada her ne olursa olsun, daha fazla güzellik adına bir oda bulunur ve biz de o kozmik odalardan birindeyiz.” sözlerini kullanıyordu. Belki otuz, belki kırk şarkı arasından bazılarını seçip albümü inşa etmek zorundaydılar. Bu da onlarca parçayı içlerine sinmesine rağmen kendilerine saklayacakları anlamına geliyordu.
Bir gün stüdyoda kayıtlarla meşgulken, Anthony Kiedis bir şarkıyı albüme dahil etmeleri için grup üyelerini ikna etmeye çalışıyordu. Ne Flea ne de John buna karşın yeterince şarkıları olduğunu savunsa da Anthony, bu şarkıya ihtiyaçları olduğunu diretiyordu. Aynı zamanda kayıtların bitmesine sadece birkaç gün vardı ve şarkılar artık son hâlini alıyordu. Anthony ısrarını sürdürdü. Tüm çabalarının sonunda John, kucağında beyaz Falcon gitarıyla stüdyoya daldı, “Buldum! Californication’ı yazdım!” edasıyla oturup şarkıyı ötekilere çalmaya başladı. Sonra da Chad ve Flea’ye kendi kısımlarını öğretti, birkaç provadan sonra albüme ismini verecek şarkıları Californication ortaya çıkmıştı.
Albümün neden Californication ismi ve temasına sahip olduğunu Anthony bir demecinde açıklayacaktı. “Dünyada yaşananlar, öyle veya böyle Kaliforniya’nın sanatı ve burada doğmuş, büyümüş olan kültürden etkileniyordu. Nereye, ne kadar uzağa giderseniz gidin, Kaliforniya’nın etkilerini görebilirsiniz. Bu biraz da iyi ve kötü, güzel ve çirkinle ilgili.” Sekiz aylık çalışmaların sonunda Californication kayıtları on beş şarkılık bir albüm olarak piyasaya çıktı. Büyük umutlar beslemeden, sadece çaldıkları ve kaydettikleri albüm grubun en çok satan albümü olarak kayıtlara geçti, ‘Billboard Top 200’ listesinde üçüncü sıraya kadar tırmandı ve bir yılda on beş milyon kopya sattı. Hiçbir şey beklemeden çıkardıkları sivri seslerin yankıları bütün dünyada duyuldu.
Francis F. Coppola için Godfather II, Chuck Palahniuk için Görünmez Canavarlar ne demekse yeni albümleri By The Way de Red Hot Chili Peppers için o demekti. Bir rock grubunu sadece garajda toplanıp müzik yapmak isteyen dört adamdan ibaret zannediyorsanız rüyanızdan uyanın. Hiçbirinin reklam panolarında karşılaştığınız büyük firmalardan farkı yok. Alex Turner’ın ilk gitarını yılbaşı hediyesi olarak alması, James Cameron’ın tır şoförüyken Star Wars’u görüp film endüstrisine atılması ise birer reklam sloganı. Hikâyelerin gerçek olmaları neye hizmet ettiklerini değiştirmiyor. Tüm bu sanatçı ve grupların insan kaynakları, turnelerini düzenleyen acentaları, organizatörleri, aşçıları, asistanları, hatta asistanlarının da asistanları mevcut. 'Red Hot Chili Peppers' şirketinin çekirdeği ve tüm majör gelir kaynağı da bu dört adamdı. Onlar çalmazsa ortada bir şirket de olmazdı. Stanley Kubrick’in film çekmeyi çarpışan arabada Savaş ve Barış’ı yazmaya benzetmesinin nedeni belki de budur. Sadece endüstriye hizmet ettikleri gerçeğiyle barışık olanlar profesyonel sahada üretimlerini sürdürebilir. John Frusciante’yi grubun dünyasından gitgide uzaklaştıran da bu ticari kaygıydı. Prodüktörleri Rick Rubin meslektaşlarına göre çok daha esnek olsa da kaçamayacakları satış hedefleri vardı. John bundan kaçamadı ama bir süre saklanmayı başardı.
Californication albümünün bir yılda on beş milyon kopya satıp müzik listelerinin zirvesine çakılması grup üyelerine hatırı sayılır bir kreatif özgürlük tanımıştı. Rock müzik kültürüyle alakası olmayan insanların bile yıllarca hatırlayacağı şarkılar yazmış, kâh sakince kâh coşkuyla çalmışlardı. Şarkılar kendi ruhunu konserlerde buluyor, John ve Flea’nin komplike gitar soloları seyirci önünde görücüye çıkıyordu. Bu yüzden Californication büyük kâra geçmelerini sağladı. Artık daha farklı sularda yüzecek, satıp satmayacağından emin olamadıkları şarkıları da kaydedip yayınlayacaklardı. Turne biter bitmez yeni albüm için çalışmalara başladılar.
Mart 2001’de albüm hazırlıkları başladı. Metotları değişmemişti, hâlâ saatlerce beraber çalarak üretiyorlardı. Bu arada John’un özgüveni yerine gelmiş, zihnini dış dünyaya kapatmış, tamamen müziğe odaklanmıştı. By The Way’in yazım sürecinde etkilendiği sanatçılar ise her albümde olduğu gibi yine değişmişti. Californication’daki şarkıları yazarken yeni dalga ve punk gitaristlerini çokça dinlemiş, Ricky Wilson ve Guy Picciotto gibi müzisyenlerin etkisinde kalmıştı. By The Way’i yazarken tüm ilham kaynağı tümüyle başka bir yöne kaydı. Hepsinden evvel 50’li senelerdeki doo-wop tekniğinden hayli etkilendi — Anthony de aynı hayranlığı John’la paylaşıyordu, albümün on birinci şarkısı Cabron buradan esinle ortaya çıktı. Bunun yanında Gary Numan’ın klavyedeki tarzı ve Depeche Mode’dan oldukça etkilenmişti. Nedenini Guitar World’e şöyle açıklıyordu, “Elektronik müziğin erken dönemlerinde müzik yapmış bu insanlardan oldukça etkilendim, çünkü oldukça minimal biçimde çalıştıkları bu şarkılarda her bir nota yeni bir şeyi ifade ediyor ve bir nota biterken ötekini inşa ediyordu.” Aslında önceki albümleri de Chili Peppers’ın yeni bestelerini inşa ediyordu. Albüm için etkisinde kaldığı gitaristler gibi yoğun besteler yazmayı düşünürken aklı balta girmemiş elektronik müzik dünyasına takılmıştı. Gitarını ilk defa klavyeyle kombine ediyordu. Bu üsluba alışmak ve kendi yorumunu katmak ise Chili Peppers için göründüğü kadar zor değildi. Swing House stüdyolarında genişçe bir odayı davul, gitar ve mikrofonlarla doldurmuş, her gün saatlerce çalışıyorlardı.
Müzik tarihinin binlerce albümlük koca bir plak dükkânı olduğunu düşünelim. 2002 senesinde bile arka kolonlardan birinde, hâlâ keşfedilmemiş ve henüz yayımlanmamış bir renk olduğu kaçınılmazdı. John’un asıl niyeti yoğun ve enerjik müziklerine klavye gibi aracılarla yeni bir sima kazandırmaktı. Kendi performansından yüzde yüz memnun kalacağı tek albüm için durmadan yeni besteler yazıyordu. John şarkıların gitarlarını yazıp stüdyoya getiriyordu ve kalan üyeler kendi bölümlerini gitarın üzerine yazıyorlardı. Tıpkı Cabron gibi, Venice Queen ve I Could Die For You da bu metotla ortaya çıktı. Dördü beraberken şarkılar yazmak neredeyse konuşmaktan bile daha kolaydı. John gruba geri döneli dört sene olmuştu. Artık gerçek anlamda telepatik yollarla iletişim kurabiliyorlardı. Bu anlaşma yeteneğinin üretim için zaruri olduğu ise gittikçe pişen müzikleri göz önüne alındığında daha rahat fark ediliyor. Bu yüzden John zihninde hissettiği açlığı, grup üyelerine rahatlıkla sonsuz bir motivasyon olarak yansıtabiliyordu.
Chad Smith, John Frusciante’nin bitmez tükenmez üretkenliği için, “John müziğimizi bir üst seviyeye çekmemiz adına bize sonsuz ilham sağladı. Californication sürecinde sadece aramıza yeniden katılmış ve yeniden bizimle birlikte çalmaya başlamıştı. Ne ki, turne ve programımızın yoğunluğu kişisel ve müzikal olarak yeniden bağlanmamızın önüne geçiyordu. Grup kimyası çok önemli. Ve şimdiyse John, bizim için gerçek bir anahtar, üzerinde çalıştığımız yeni müziğin ayrılmaz, tamamlayıcı bir parçası,” diyordu.
Albüm için çalışmaya başladıkları Mart ayında sarsıcı bir haber aldılar. Anthony Kiedis’in en yakın dostlarından ve aynı zamanda ‘akıl hocam' dediği Gloria Scott akciğer kanserine yakalanmıştı. Tedavisi için para toplamak adına hem Neil Young hem Chili Peppers konserler verdiler, parayı toparladılar ama tedavi devam etse de Gloria’nın durumu ağırlaştı. Hastanede ölmek istemiyordu, en nihayetinde Venice sahillerinde Gloria için bir ev açtılar ve oraya yerleşti. Çok geçmeden ebediyete göçtü. Albümün onaltıncı ve son şarkısı Venice Queen, Gloria Scott için yazıldı. Dünya yirmi birinci yüzyılı karşılarken, asrın müziğini şekillendiren sayılı albümden By The Way, Chili Peppers’ı geldikleri yere taşıyan omuzlardan birine selam vererek sonlanıyordu.
And now it’s time for you to go (Ve şimdi senin için gitmek zamanı)
You taught me most of all I know (Bildiğim ne varsa hepsi senden)
Where would I be without you, Glo? (Sensiz nerede olurum, Glo?)
G — L — O — R — I — A
Is love my friend, my friend, my friend… (Sevginin ta kendisi dostum, dostum, benim dostum…)
Müzik endüstrisinin devlerinden birine dönüştükleri doğruydu, neredeyse her albümleri yapımcıların kâr hesaplarının sorgusundan geçti ama Chili Peppers 2002 senesinde de çarpışan arabada kendi Savaş ve Barış’ını yazmıştı. Köklerini unutmadan, palmiye ağaçlarının gölgesinde kaybolmadan ve binlerce insanın karşısına çıkmanın sarhoşluğuna kapılmadan var olmaya devam ettiler. Yaraları kapanıyor, yerine yeni yaralar açılıyor ve tümü de müziklerine sızıyordu. Beraber aldıkları yaraların izleri, paylaşacakları başarıların yolunu açtı. By The Way albümü ilk haftasında ABD’de 281 bin, dünyada 1.8 milyon kopya sattı. Uzunca bir süre de Billboard listesinin zirvesindeki yerini kimseye kaptırmadı. Rolling Stone dergisi albüm değerlendirmesinde, “By The Way albümüyle Chili Peppers, Californication’ın yalnızca ‘ön sevişme’ olduğunu gösterdi,” yazıyordu. Asıl başarının, üretmeye aç dört müzisyenin yaralarını saklamadan, korkmadan dünyaya seslenmek olduğunu bir kenara bırakırsak tatmin edici bir maddi başarı elde etmişlerdi.
Chili Peppers By The Way albümüyle diskografisine yeni bir renk katmakla kalmadı, 23 Ağustos 2003’te pek çoklarına göre verdikleri en önemli konser için sahneye çıktılar. İrlanda’da bulunan Slane Kalesi, 1981’de Thin Lizzy’nin sahne aldığı konserden sonra dünyaca ünlü grupların konserler verdiği bir merkeze dönüştü. By The Way turnesi sırasında onlar da Slane Kalesi’nde çalacaklardı. Konser ilk dakikasında Chili Peppers’ın 85 bin kişi önünde şarkılarına emsalsiz giriş ve sololar kattıkları devasa bir şölene dönüştü. Sanki on sene önce derinleşen ve kangren boyutuna varan yaraları onarılmıştı, şanslılardı, bu dönüşümü evlerinden millerce uzakta, binlerce insanla beraber kutluyorlardı. Konser için İrlanda’ya gelen onlarca tır, bir ton personel ve binlerce dolarlık devasa bir prodüksiyon ise sahnede ortaya çıkardıkları sihre dayanmış bir merdivendi. Sorumlulukları büyüdükçe zihnen rahatlıyor, bir mesajı bütün dünyaya taşıyor gibi daha da tamamlanıyorlardı. Sanat tarihinde bir ürünün bilinir oldukça yozlaşmak yerine asıl anlamını kazandığı pek sık görülmemiştir. Chili Peppers şarkıları aslında birer istisnaydı, binlerce kişinin diline dolandıkça kendilerini buluyor gibiydi. Turne kapsamındaki öteki konserlerle birlikte grup büründükleri kimliğe uyum sağlamış, kariyerlerini zirveye taşıyacak son hamleye kendini hazırlıyordu.
2006 senesinde yeni albümlerini yayınladılar. Albüm, dördüncü şarkısı Stadium Arcadium’un adını aldı. Önceki çalışmalarına nazaran konsepte daha fazla yoğunlaştıkları görülüyordu. Sebebi açıktı, onlarca şarkıyı ancak bir konsept yardımıyla bir albüme sığdırabildiler. Tam yirmi sekiz şarkı yayınladılar. Rolling Stone, albümü, “Grubun yirmi üç senelik kariyerindeki en arzu dolu iş bu oldu. İçinde ilk zamanlarındaki funk-metal ağırlıklı işlerden Under the Bridge gibi insan ruhunun perdelerini kaldıran şarkılara kadar grubu güçlü kılan her şey var. Ayrıca plak sonrası dönemde çıkan ve iki plaktan oluşan LP’lerin↓ neredeyse hepsinin aksine grup tüm bu işin altından başarıyla kalkmış,” sözleryle değerlendiriyordu. Yeni albümleri gerçek bir müzik deryasıydı, türler ve hislerin arasında rahatça dolaşmışlardı. Ayrıca albümün, John Frusciante’nin 2004 yılı içinde yayınladığı (toplamda elli sekiz şarkıdan oluşan) dört solo albümden hemen sonra meydana çıkması inanılması güç bir meseleydi. 2001 ve 2003’te yayınladığı albümler de cabası. Yiyip içer gibi şarkı yazıyordu.
Albüm Jüpiter ve Mars adında iki ayrı CD hâlinde görücüye çıktı. İşin enteresan tarafıysa grup üyelerinin bu defa daha ufak, minimal bir albüm kaydetme niyetiyle yola çıkmış olması. Albümlerini Buddy Holly ve Beatles gibi on bir mükemmel şarkıyla kayıtlarını noktalandıracaklardı, niyetleri buydu, ancak işin vardığı noktada otuz sekiz şarkıyı bitirmişlerdi. Tamamlamadıkları, öteki bestelerin yanında kayda değer bulmadıkları şarkıların sayısı ise meçhul. Bununla beraber çalışma şekillerini değiştirdiler, artık gün içinde daha kısa saatler boyunca çalışıyorlardı. Bu yüzden sadece kayıtlar dokuz ay sürdü. John Frusciante’nin kitlelerinin büyümesine karşı rahatsızlığı da sinmişti. Bir röportajında, “Toplamda otuz şarkılık iki albüm yayınlamamız için büyük mücadele verdim. Sizi tatmin eden şarkılar yazdığınızda bunu olabildiğince fazla insana ulaştırmak istiyorsunuz, insanın doğası bu. Albümdeki her şarkı topluma ulaşmayı hak ediyordu. Tanrı, müziği şarkıları yazan ve çalan bizlere sadece bencil zevklerimizi tatmin etmemiz için bahşetmedi,” diyordu. Üretme yetisinden doğan sorumluluğun farkındaydılar. Daha fazla çalışmak, daha farklı kaynaklardan beslenmek, bunu asla tanımayacağın milyonlarca insana ellerinle teslim etmek irade isteyen bir süreçti. Şüphesiz. Chili Peppers üyeleri dertlerini müzikle anlatıyor, John Frusciante düşüncelerini gitar notalarıyla tarif eden bir filozof olarak nitelendiriyordu. Yazdığı yeni şarkıların yanında uzunca bir süredir tüm şarkılarına her konser farklı geçişler yazacak kadar vizyon sahibiydi. Her konserde kendisini yenileyecek, altı senede yüzden fazla şarkıyı yayınlayacak kadar çalışkandı. Adına kitaplar yazılabilecek, saatlerce konuşulabilecek bir düşünsel dünyası vardı. İstikrarı, başarısı insanda çocuksu bir hayranlık uyandırıyordu. Sanki gitarın Süperman'i gibiydi. Ne ki damarlarında bu kadar yoğun gezinen müzik zamanla ondaki asıl anlamını yitirmeye başladı.
—Öte yandan Red Hot Chili Peppers Stadium Arcadium’un görsel boyutunda hayranlarına daha fazla söz hakkı veriyordu. Albümün üçüncü şarkısı olan Charlie için dünya çapında bir yarışma düzenlediler. Herkes videosunu hazırlayıp internete yükleyecek ve yarışmanın galibi, şarkının da resmi klibi olacaktı. Meraklısı için öteki enteresan katılımcılar da YouTube’da aratınca hâlen karşınıza çıkıyor. Ayrıca bir diğer şarkıları Tell Me Baby’nin klibi de tarife ihtiyaç duymayan bir enerjiye sahip. Hiç şüphe yok ki tüm bunlar içinde yer almayan insanlar için bile tatlı birer hatıra, hiç değilse.—
1962 yılı doğarken iki gitar, bir bas ve bateriden oluşan tanınmamış bir müzik grubu Londra’da ilk deneme plaklarının kaydını yaptılar.
Delikanlılar Liverpool’a dönüp beklemeye başladılar.
Saatleri, günleri sayıyorlardı.
Artık kemirecek tırnaklarının kalmadığı bugün gibi bir günde yanıt geldi. Decca Recording Company lafı evirip çevirmeden onlara şöyle dedi:
Müziğinizden hoşlanmadık.
Ve hükmü verdi:
Gitar grupları artık ortadan kalkmakta.
Beatles mensupları bu yanıt üzerine intihar etmediler.
Eduardo Galeano
Ve Günler Yürümeye Başladı
Dünya turneleri Mayıs 2006’dan ertesi yılın Ağustos ayına kadar sürdü. Kariyerlerinin zirvesinde, her gittiği konser salonuna on binlerce insanı doldurabilen bir gruba dönüşmüş, kariyerlerinin altın günlerini yaşıyorlardı. Turnelerinde (solo albümlerinde John’la beraber çalışmış) gitarist Josh Klinghoffer da onlara eşlik ediyordu. Bazı şarkıları beş kişi beraber çalıyorlardı. Albüm süreci ve sonrasında her şey ne kadar olabilecekse o kadar iyiydi. Ancak John Frusciante’nin yüzündeki memnuniyetsiz ifade, bugüne ulaşan konser videolarında rahatlıkla okunabilecek kadar belirgindi. Belki kendisiyle bu kadar hemhal kıldığı müzik artık istediğini ona vermiyordu, belki de sadece turne programından yorulmuştu. Belki de John, bal mumundan kanatları↓ tamir olana dek Chili Peppers’a sığınmış, tüm varlığını grubun selametine feda etmiş ve 1992’de düştüğü çamura bir daha saplanmayacağından emin olduğunda demir almaya karar vermişti. Yanıtı belki John Frusciante’nin kendisi bile bilmiyordur. Cevabı her ne olursa olsun, bu sorunun John ve grubu tek bir noktaya getirdi; 26 Ağustos 2007, Reading & Leeds Festivali’nin sahnesi. Beraber verdikleri son konser bu oldu.
Turne boyunca onlarca şehirde çaldılar, bir sene boyunca tüm dünyayı dolaştılar ama son konserlerinde çaldıkları şarkıların soluk, rutubetli enerjisi eminim ki yorgunluktan süregelmiyordu. Son konserde Josh da grupla beraber sahnedeydi, sanki bir cenazede çalıyor, devir teslim töreni düzenliyorlardı. Yıllar boyunca enerjik, funky şarkılarla milyonlara ulaşmış olsalar da Chili Peppers kültürünü en iyi anlatan, yara izlerini resmeden Scar Tissue’yu sahnede uzun geçişler, yılgın vokallerle çaldılar. John’un şarkının sonunda çaldığı solo, ölüm ve ayrılığın notalarla resmedilişinden ibaretti. Binlerce alkışın önünde son konserlerini bitirdiler. Konserin sonunda Anthony, “Teşekkür ederiz, umarım yeniden geliriz,” diyordu. John 2009’da gruptan ayrıldığını duyurdu. Başka bir tabirle, müzik tarihinin en yetenekli gitaristi John Anthony Frusciante, tam on yıl önce, aralarındaki farkı hayli açtığı meslektaşlarının kendisine yetişmesi için beklemeye başladı, süresiz bir izne çekildi. İzine yetişebilen olmadı.
John’un gruptan ayrıldığını açıklamasından bir ay sonra Josh Klinghoffer’ın grubun yeni gitaristi olduğu açıklandı. John Frusciante bayrağı yakın arkadaşlarından birine devretmişti. Grubun pek çok takipçisi senelerce yeni gitaristlerini topa tuttular. Beraber yayınladıkları ilk albüm olan I’m With You’daki (2011) performansı yetersiz bulundu. Oysa Klinghoffer dahil olduğu camiada minimal bir gitar üslubu kullanarak bir anlamda kendini tanıtıyordu. Playback çaldıkları Superbowl performansında hareketli koreografisi eleştirildi, mantıklı veya mantıksız sebeplerden ötürü uzun süre yerden yere vuruldu. Hâlâ da vuruluyor. Ancak Chili Peppers üyeleri aynı fikirde değildi, John’un yokluğunda aralarına katılan bir gitaristle ilk defa ikinci albümü kaydetme kararı aldılar. 2006 The Getaway’i yayınladılar. Artık gerek kayıtlar gerekse sahnelerde daha fazla pedal kullanıyor, kendi üslubunu daha cesur biçimde şarkılara döküyordu. 2012 senesinde Rock and Roll’un Onur Listesi↓ ödülüne layık görüldüler. John törene davet edildiği hâlde katılmadı. Muhtemel ki senelerce beraber çaldığı insanların oradaki varlığı onun gözünde yeterliydi. Josh, Hall of Fame ödülünü kazanan en genç müzisyen oldu. Şimdilerdeyse 2019 yılı içinde yayınlayacakları yeni albümleri için çalışıyorlar. Bahsetmesem olmaz, 15 Mart 2019 günü de Mısır Piramitlerinde dev bir kalabalığa unutulmaz bir konser verdiler. Grubun hayatınıza kattığı renkleri, anılarınızı sizinle paylaştığı günleri anmak için orada olmaya bile gerek kalmamıştı — internetten yüzbinlerce kişinin seyrettiği bir canlı yayın sundular. Piramit sahnesi grubun belki seneler sonra Slane Castle konserine en çok yaklaştığı canlı performansıydı. Şairane sahnelerini saymaya kalksak 2006’daki Alcatraz ve La Cigale, 2002’deki Wembley, 2000’deki Big Day Out gibi onlarca isim yazılabilir, her biri çok iyidir ama bazı günler kelimelerle tarifi olmayacak biçimde ötekilerden ayrılıyor. Piramitlerde olan biten de buydu aslında; iki dünya harikası, biri arkada diğeri sahnede görücüye çıktı.
Biraz yakından incelerseniz müzik tarihi ironilerle doludur. Radiohead’in Paranoid Android şarkısı siz farkına bile varmadan 4/4’lük ve 7/8’lik ölçülerin arasında on üç defa dolaşır. İlginçtir, aynı grup Reckoner şarkılarını yazarken John Frusciante’den etkilenmiştir. Chili Peppers’ın üç ayrı albümündeki üç şarkı, Californication, By The Way ve Dani California, aynı hayali kadına yazılır↓. Bir şarkısında “It’s better to burn out than to fade away,” (Sönüp gitmektense yanmak daha iyidir) sözlerini yazan Neil Young 74 yaşında hâlâ hayattayken, bu dizeler 27 yaşında ölen Kurt Cobain’in intihar mektubunda kendisine yer bulur. 1960’larda İngiltere’de vuku bulan bir hadiseyi ise Eduardo Galeano’nun kaleminden aynen aktarıyorum:
Clara Balzary
Bunlar bu enteresan vakalardan sadece birkaçı. İşin daha ilginç bir tarafı varsa o da şu, insan kendi minimal yaşantısının sokaklarında yürüyedururken, bu milyonluk yıldızlardan bazılarının hikâyelerinden biriyle rastlaşıyor ve anında duraksıyor. Orada gördüğü ışıltılı simanın arkasında kendisi gibi bir ruh olduğunu seziyor. Aslında insan tüm hikâyeleri kendisine rastlamak için okuyor. Chili Peppers ise otuz yılı aşkın, başarılarla dolu kariyerini at bir kenara, benim için varlıklarının üç dakikalık dökümü olan Scar Tissue’yu besteledikleri o günün hatırasıyla aklımın bir odasında öylece duruyor.
Red Hot Chili Peppers üyeleri doksanyedi yılında yaralarını yeniden sarmaya uğraşırken, öte yandan yeni bir albüm kaydetmeye, var olmaya çabalıyor.
Bulundukları garajda John bestelediği yeni melodiyi çalmaya başlayınca dünya hepsi için bir anlığına durdu. Anthony daha sonraları o an için, “Çalmaya başladığı anda şarkının ne üzerine olduğunu biliyordum. Hayatta kaldığı için mesut, küllerinin arasından doğan anka kuşu gibi bir havası vardı,” diyecekti. John şarkıyı çalarken Anthony’nin gözleri garajın yanlarındaki Griffith Parkı’ndaki kuşlara takılıyordu. Birkaç saniye içinde kuşlar hep beraber gökyüzünde süzülmeye başladı. John yazdığı riff’i çalmaya devam etti, Anthony’nin gördüğü kuşlar hep beraber üzerlerinde uçuyordu. Güneş batmak üzere yükselmiş, Griffith Parkı’nın çevresi sonsuz bir enerjiyle doluyordu.
Scar tissue that I wish you saw (Görmeni dilediğim yara izim)
Sarcastic mister know-it-all (Alaycı bay çok bilmiş)
Close your eyes and I’ll kiss you ’cause (Kapat gözlerini, öpeceğim seni çünkü)
With the birds I’ll share (Auşlarla beraber)
With the birds I’ll share (Kimsesiz manzaramı bölüştüğüm)
This lonely view (Kuşlarla beraber)
With the birds I’ll share (Kimsesiz manzaramı bölüştüğüm)
This lonely view… (Kuşlarla beraber…)
John’un gitarı —elinden bıraktığı hâlde— hiç susmadı.
Bir yerlerde, birilerine mutlaka dokundu.
Chili Peppers üyeleri sahnede var oldukça kendi dikişlerinin patlaması pahasına hiç tanışmadıkları insanların yaralarını onardı. Hâlen de onarıyorlar. Para ve şöhretin doruğuna erdikten sonra bile ölene kadar müzik yapacaklarını söyleyen insanlar için yapılabilecek tek çıkarım bu. Gerisi saatler boyu kulaklıkta dönüp duran yolculuklar silsilesi.
Yazıdaki bir kısım alıntılar Anthony Kiedis’in 2004 senesinde Larry Sloman’la beraber kaleme aldığı Scar Tissue (Yara Dokusu) adlı otobiyografi kitabından olduğu gibi çevrildi. Ayrıca Jake Brown tarafından yazılan, beş albümünde Red Hot Chili Peppers’ın prodüktörlüğünü üstlenen Rick Rubin’in hayatını anlatan Rick Rubin: In The Studio (Rick Rubin: Stüdyoda) kitabından alıntılara da yer verildi. Grup hakkında eriştiğim kimi demeç ve detayları da aynı kitaptan ve PepperNet, Red Hot Chili Peppers Recording Session Archive kaynaklarından edindim. Eduardo Galeano’nun kaleme aldığı Beatles anekdotu ise Ve Günler Yürümeye Başladı kitabına ait. Teşekkür ederim.
Dipnotlar
Yirminci Yüzyılda Soyutluk: Toplam Risk, Özgürlük, Disiplin ↑
“Nirvana Mirvana, kimin umurunda?” ↑
Grup, Blood Sugar Sex Magik turnesinden Amerika’ya geri döndüğünde (iki kardeşten oluşan Los Angeles çıkışlı Marshall Law grubundan) Arik Marshall ile çalışmaya başladı. Sonuç Zander Schloss’a göre çok daha olumlu oldu. Çalışmalarına Arik’le beraber geri döndüler, ancak sergiledikleri tüm performans John Frusciante’nin işlerinin üzerine birer tekrardan ibaretti. 1992 Eylül’ünde MTV Müzik Ödülleri sahnesinde Give It Away’i çaldılar ve Under the Bridge şarkısı Seyirci Ödülü kazandı. Arik Marshall için John’un besteleriyle ödül almak hiç şüphesiz başkasının başarısına konmak gibiydi. Marshall’ın gruptaki varlığı da uzun soluklu olmadı. ↑
LP (Long Playing) plaklar için kullanılan ve albüm süresini ifade eden bir terim. LP terimi, single (tekli) parçalar ve EP’lerden (Extended Play, yani 4–5 şarkılık kayıtlar) daha uzun çalışmalar için kullanılır. Konuyla bizzat ilgili olmasa bile bir de B-Side’lar vardır, albümlerde kendine yer bulamayan ve ‘daha önemsiz’ parçaların yer aldığı kayıtlar olarak atfedilirler. Ancak B-Side’lar birer muammadır, bu izbe melodiler içinde gözünüzde bütün albümü dörde katlayacak şarkılara rastlayabilirsiniz. Önemsiz diye es geçilmemesi önerilir. ↑
5
'Bal mumundan kanatlar' benzetmesi, Stanley Kubrick’in Amerikan Yönetmenler Birliği tarafından layık görüldüğü D.W. Griffith Ödülü’ne istinaden kaydettiği konuşmaya ait. Aynı zamanda yönetmenin film çekmeyi çarpışan arabada Savaş ve Barış’ı yazmaya benzetmesi de bu konuşmada geçiyor. 'Bal mumundan kanatlar' ifadesi ise film endüstrisinin bugünkü şeklini almasında büyük payı olan David Wark Griffith’in çektiği bir film için varını yoğunu ortaya koyması ve başarısız olduktan sonra yaşamının yokluk içinde son bulmasına bir atıf. Kubrick bu ifadeyi Griffith’in kanatlarının eriyeceğini bildiği hâlde güneşe doğru uçmasından ötürü kullanıyor. ↑
6
Rock and Roll’un Onur Listesi (Rock and Roll Hall of Hame) ödülü, rock müzik tarihinde kilometre taşı olmuş birtakım sanatçı ve grupların sıralandığı bir liste aslında. HoF listesindeki öteki sanatçılardan bazıları ise Elvis Presley, Beatles, Chuck Berry, Sex Pistols ve James Brown. ↑
7
Chili Peppers üyeleri de bu üç şarkının aynı hayalî kadına yazıldığını ilk başta bilmediklerini söylüyorlar. Anthony Kiedis bazı şarkı sözlerinde, bir meselenin yalnızca başlangıcından söz etmeyi daha ilgi çekici bulduğunu söylüyor. Kiedis’in anlattığına göre, bu aşamadan sonra başlangıcından bahsedilen her neyse zamanla kendi yolunu buluyor. Anthony, Dani California’nın sözlerini yazarken bahsettiği kadının aslında By The Way’deki Dani ve Californication’daki “The teenage bride with the baby inside” (Karnındaki bebekle genç bir gelin) sözleri atfedilen kız olduğunu zaman içinde fark ediyor. Daha doğrusu, onun tabiriyle bu kadın kendisini Anthony’ye gösteriyor ve üç şarkı, aynı hayalî kadının gelişiminin gözlendiği üç aşamaya dönüşüyor. ↑
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.