
Görkem Çolak
Bugünden dünün anlarına düşsel bir yolculukta geçmiş zamanın resimleri gerçekliklerini kanıtlamanın derdine düşüyor. Resimler iç içe geçiyor, aksi yönde gidiyoruz ve yol önümüzde uzanıyor.
Hiç olmazsa unutmamak isterdim. / Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar… / Yalnız bırakmayın beni hatıralar.
Ziya Osman Saba
Geçen Zaman
Yolcular otobüsün etrafında toplanmış, henüz hiçbirini göremiyorum. Yalnızca yusyuvarlak sesler duyuyorum, sade. Sefer saati yaklaşırken son sigarasına asılan gidiciler, sevdiklerine sıkıca sarılan kalıcılar ve valizleri için müşterilere bagajda yer beğendiren muavinlerden oluşan kalabalıktan silik bir uğultu yükseliyor. Yer yer hıçkırık sesleri de kuru gürültüye karışıyor. Günün ne anlamı var ne önemi, elde kalan ayrılık. Daha da ötede, var gücüyle ağlayan bebeklerin diyafram egzersizleri, bardakları turlayan çay kaşıklarının şangırtısını bastırıyor; herhalde bunlar da yolculuğuna uzunca bir vakit olanların sesleridir. Birkaç metre kadar dibimde gerçekleşen tüm bu hadiselerin hiçbiri görünür değil, henüz. Yalnızca bu seslerden şanslı olanları kulağıma kadar varıyor. Bu seslerin sahipleriyle karşılaşmama dakikalar var, ben ise çalışma odamdayım. İrili ufaklı, yığınla dosya kâğıdı hemen karşımda duruyor; düzenlenmek, dosyalanmak ve görev yerlerine dağılmak için bekliyorlar. Bense ellerimi belimde toplamış, önümdeki tepeciğe bakar hâlde düşünüyorum.
Bir aptal kadar mutlu olmak gerek. Esasen aklımdan yalnızca bu geçiyor. Aylar boyunca harıl harıl karalayıp durduğum notları ve nicesini türlü deliğe istif etmek üzereydim, bu laf birdenbire belleğimin bekleme salonundaki mantar panoya çakılıverdi. Bir aptal kadar, evet. Düşününce, mutluluğun ölçütü neden bir aptal olsun ki? Bunun izahına mutlaka sıra gelecek. Bu lafın, neden notlarımın tasnifi sırasında aklıma düştüğüne kafa yormak ise lüzumsuz, cevabı çok açık. Bu kâğıtlar ayakkabı kutularına, kitaplığın raflarına ve envaiçeşit çekmeceye tıkıştırıldıktan sonra aylar boyunca ziyaret edilmeyi bekleyecek. Bu yüzden onları, iyi anlaşacaklarını düşündüğüm muadilleriyle eşleştirme gayretindeyim. Ders notları, çeviri makalelerin çıktıları, izin belgeleri, Batuğ Abi’den aldığım dergiler, karşılaşmaktan nefret ettiğim eski yazılarım, daha neler de neler… Sanki hepsi peş peşe dizilince, birinde bombaların patladığı, diğerinde artistlerin tek celsede boşandığı gazete sayfalarını andırıyor. Ayrı tellerden çalıyor, uzlaşmaya hayli uzak görünüyorlar. Yıllar geçtikçe bu kâğıt nüfusunun istihdamı daha da güç oluyor.
Her birini yalnız kalmamaları için bir badi ile tanış etme girişiminin sağlıklı bir davranış olduğunu savunamam. Her fikir ve davranışın sağlıklı olması da gerekmiyor zannımca. Eğer lâzımsa beni destekleyen kuramcılar da bulunur. Ercan Kesal, kütüphanesini tanıtırken Cemil Meriç ve Tanpınar’ı yan yana gördüğünde kendini daha iyi hissettiğinden bahseder. Bendeki de bu türden bir huy, sadece kendimin değil, bu dokümanların da iyi hissetmesi için çabalıyorum.
Artık ebediyete göçmüş, bu dünyada yalnızca aziz hatıraları kalmış insanların fotoğrafları, bir evi andıran anı defterimizde bir odayı devralır. Evin sayısız odası vardır, iki de banyosu, zengin işi. Zaman olur, odalardan birine dalar, orada dinlenir, duvarları seyreder, odanın sahibiyle laflar, okur, yazar, uyur ve yaşarız – bir süre için. Ardından rutinler çağırır bizi, ertesi güne yetişecek işler yakamıza yapışır. O odanın kapısından sessizce dünyaya süzülürken, içeride kalanları neredeyse hiç düşünmeyiz. Ne garip, sanki onları odalarına yerleştiren biz değilmişiz gibi davranmak işimize gelir. Oysa yalnızca faydacı emellerle hatıralara sarıldığımızı da kabul edemeyiz. Ben bu fikre yanaşmam en azından, büsbütün karşı çıkarım. Ne ki, fıtratımın acizliğini ve akıl edebileceklerimin alçak çıtasını da reddedemem. Dolayısıyla her bir hatıra ve dokümanın yakınına bir eşini iliştiririm. Orada öylece yalnız kalacaklarına böylesi daha yeğdir. Kitaplığımın istihdamına duyduğum merak, büyük ölçüde buradan gelir.
Her sene birkaç defa kalkışırım bu toparlama işine. Şimdi de çalışma masamın başına dikilmiş, sonbaharın kâğıttan deviyle bakışıyorum. Balyalara. Geçen seneki el yazıma. Ellerim titreyerek girdiğim fakat notumu dahi hatırlamadığım sınavlara. Sömestrin ilk ayları yolda dinlediğim şarkılara, the will to death’e mesela. Bakıştıkça hatıraların tozu kalkıyor. Odanın penceresinin açık kaldığını dahi unutmuşum, duvara dayalı şifoniyerin üzerinde uçuşan kâğıtlar dürttü beni. Pencereyi kapattım, fakat masaya döndüğümde aklımı yitirdiğimi sandım. Bu defa masamda yığılı kâğıtlara basılmış mürekkepler sökülmeye, tavana doğru yükselmeye başlıyordu. Kâğıtların üstü boşaldıkça mürekkepler havada, bilhassa etrafımda uçuşuyordu. Menzilim bir an için olduğu gibi laciverde boyandı, saniyeler içinde ışıkla kavuştu karanlık. Otobüsün etrafındaki buruk kalabalığı, faili meçhul curcunayı ilkin o anda gördüm.
Az evvel seslerine kulak kabarttığım yolcuların hemen arkasında bakımsız bir külüstür bekliyordu. Bir tur otobüsü için fazla ufak, minivandan hallice mütevazı bir araçtı. Pencerede siluetleri seçilen yolcular hazırdı, sefer için geriye kalan son eksiği sabırla bekliyorlardı. Koşturmaktan gömleği suya basılmışa dönen bir muavini çevirdim, külüstürün güzergâhını sordum. “Valla bilmiyorum abi, öteki firmanın otobüsü herhalde. Danışmaya sor, belki onlar bilir,” diyerek savuşturdu beni, gömlek tüketen kargaşanın içinde kayboldu. Gözlerim danışmayı ararken külüstürden kafasını çıkarmış bana seslenen bir adam fark ettim. Uzağı göremiyor, sesin sahibini tanıyamıyordum. Adama doğru beş, on adım attığımdaysa bir çığlık koparacaktım. Sigmund Freud hemen karşımdaydı! Olup biteni otobüsün kapısında anlatıverdi, üzerinde durak isimleri yazan bir not defterini elime tutuşturdu. Anı belleğimin izbe köşelerinde saklı yalnızlara doğru bir yolculuk başlıyordu. İyi de neydi bu yolculuğun sebebi? Freud diyor ki, bir aptal kadar mutlu olmak, ancak bacayı temizleyerek mümkün olabilirmiş. Peki Freud ve dostları neden benimle birlikte geliyordu? Ne zamandır bir kaçamak yapmayı plânlarken benim çağrım gözlerine ilişmiş, kendilerini burada bulmuşlar. Bu izah ile birlikte sunduğu teknik açıklamalar bana kalsın, anı defterimdeki yalnızlıklara seyahatimde bana eşlik edecekleri görmek için derhal içeri fırladım. Altıncı yaşgünü için önünde toplanmış hediye paketlerine saldıran al yanaklı bir gürbüzden farksızdım.
Otobüse tırabzanlardan yardım alarak adım atar atmaz içerideki kafileye göz attım. Hemen hepsine soyadlarıyla aşina olduğum birkaç ihtiyar koltuklara yayılmış, hareket saatini bekliyordu. Hemen tüm kafileyle tanışmak istemedim, sıralanmış simaları sırasıyla inceleyecektim. Ön koltukta bunlardan ikisi, Orson Welles ve Aldoux Huxley, harlı bir sohbete tutuşmuştu. Kulak kesildim.
İkili, belli ki epeydir laflıyordu. Welles, “Hep söylerim…” diyordu. “Yalnız doğduk, yalnız yaşıyoruz, yalnız öleceğiz. Sadece sevgimiz ve dostluğumuz vasıtasıyla bir an için yalnız olmadığımız yanılgısını var edebiliriz.” Hemen yanında oturan Huxley de ona katılmadan edemedi. Başını bir yukarı, bir aşağı sallayarak, “Vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkumdur, söylediğin doğru,” diye yanıtladı dostunu. Sohbeti bölmeden arka sıraları süzmeye başladım. Bir sırada Freud, tek başına oturuyor, dirseğini koltuğa yaslamış ve arkasındaki J.D. Salinger’a dönmüş, sanki dert yanıyordu. Yaklaştım, dinlemeye koyuldum.
Freud, “Tütün diyorum, tütün var mı?” diyordu. “Sigara tütünü var, işini görür mü?” sorusuyla yanıtlıyordu Salinger. Freud, “Yok, pipo tütünü lâzım,” diye hışımla önüne döndü, söylendiğini işitebiliyordum. “Hayırdır abi, her şey yolunda mı?” diyerek araya girdim, Freud, “Yok yok, devam et sen. Tütün lâzım ama mola yerinde bulurum,” diye geçiştirdi. Biraz önce kulak misafiri olmamış gibi, “Neyi abi?” diye üsteledim, “Boş versene adam! Geç yerine,” çıkışı ensemde patladı. Salinger’a dönüp kaş-göz hareketleriyle sorunun ne olduğunu sordum, Salinger gözleriyle Freud’un karşısındaki sırada oturan, saçları itinayla sağa yatırılmış, gür sakallı adamı işaret etti. Bu, William James’ten başkası değildi. Mevzuyu kaptım.
En arkaya konuşlanmış yolculara bakınca, Abidin Dino’ya Fikret Mualla’yla gülüşürken, Kubrick’e not defterini karalarken, Raymond Carver’a pencereden dışarıyı seyreder ve Kurt Vonnegut’a ise uyuklar hâlde rastladım. Şoför saatini kontrol etti, aynalarıyla oynadı ve marşa bastı. Yola koyuluverdik.
Yol boyunca sağanak yağış bize eşlik ediyor. Pencereden dışarıyı seyrederken hiçliğe doğru sızan ve yok olan yağmur damlacıklarında kaybolmamak elde değil. Camın üstü buharlanmış, bir kendimin, bir de sevdiğimin adının baş harfini buğunun üstüne itinayla işliyorum. Hemen altına da balonsuz, siyasi bir karikatür çiziyorum. Çizdiklerim, buğunun deri değiştirmesiyle birlikte silinmeye başlıyor, harflerin üstünden bir kez daha geçiyor fakat karikatüre dokunmuyorum. Silinirse silinsin. Belki dakikalar, belki saatler bu gibi rutinler ve akıl oyunlarıyla akıyor. Otobüste ölçülü bir sessizlik. Külüstürün uğrayacağı ilk durak, uzun yolculuklarda akıl oyunlarıyla zamandan azade olmayı bana öğreten okul; Sabancı.
Ara Güler
Bilen bilir, Sabancı’nın fakülte binalarında yolunu bulmak bir marifet meselesidir. Külüstürün ilk durağı olan Sabancı’daki Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi de öteki muadillerinden farklı sayılmazdı. Tuzla’nın ıssız otoyolları nihayet okulun göz alıcı kapısına çıkmıştı. Defterde yazılı ilk yalnızlık bir fotoğrafa aitti, bir tekillik ne kadar onarılabilirse o kadarı için oradaydık.
Okulda barındığım üç sene boyunca kaç defa kaybolduğumu ben bile hatırlamıyorum. Bu defa da birlik olmuş, tarih hocasının odasını arıyorduk. Fakülte binasının ikinci katında uzanan sıska, sessiz koridorlarda, kapılara asılmış lacivert tabelaları takip ederek aradığımız odaya varmayı umarken kendimizi terasta bulduk. Yeniden takibe koyuldum, gözlerim tabelalardaydı; 2018 numaralı oda, 2023, 2028… ve çağ ocağına çıktık. Hiç mola vermeden bir kez daha koridorları dolanmaya başladık; 2039, 2044, 2049… bu defaysa grafitiler ile donatılmış başka bir koridordaydık. Son denemem ise bünyesinde eser miktarda öfke, telaş ve bezginlik taşıyordu; yol, terasın ikinci kapısında sonlandı. Nihayet hocanın kapısı ufukta belirdiği anda, Beyoğlu’nda Saz ile ilk rastlaştığım günü hatırlayıverdim. O acımasız telaşı, birbirini tutmayan ardışık günleri unutmak ne mümkündü.
Beyoğlu’nda Saz ile burada ilk kez karşılaştığım gün, tıpkı öteki vakitlerde olduğu gibi Ataşehir servisinin kalkış saatiyle yarış hâlindeydim. Sırtımı yakan güneş gök kubbeye konuşlanmıştı. Yine doğru tabelayı bulma gayretiyle dakikalarca oyalandıktan sonra koridorun sonundaki odaya vardım. Hafifçe tıkladığım kapının ardında, beklentimi aşacak kadar coşkulu bir “Gelin!” ünlemi beni buyur etti. Girdim, elimdeki flaş belleği hocaya teslim ettim ve ödevimi bilgisayarına yüklemesi için beklemeye başladım. O sıralar aldığım bir ders kapsamında ellili senelere ait gazeteleri topluyor, derliyor ve hocaya teslim ediyorduk. Düşününce, dersin ismi hamallığa giriş yüzbir bile olabilirdi. İnternet üzerinden topladığım sararmış sayfalar monitörde belirip kaybolurken, ben de etrafı incelemeye başladım. Çerçeveli fotoğraflar, madalyalar ve sürüyle aksesuarla dolu, kalabalık bir odaydı. Fonda çalan country şarkısı, işitsel bir yeşilçay gibiydi. Sakinleşmiştim, hocanın beni içeri çağıran coşkusunu anlamak artık hiç de güç değildi. Bibloların ardından kitaplığa yöneldim, burada teki bile ilgimi çekmeyen bir tomar tarih ve politika konulu kitap diziliydi. Beyoğlu’nda Saz da tam burada, kitaplıkta gözüme ilişti. Fotoğraf, hiç beklemediğim bir anda önüme çıkan bir dost gibi karşıladı beni. Ancak ne eski ahbaplar ile laflamaya vakit vardı, ne de fonda ısrarla yeşil çay çalan bu havasız odada kalmaya niyetim. Servise on beş dakika kaldığını fark ettim. Sabır ve sükunetim, alnımdan halıfleksin üstüne damlayarak son buluyordu. Yalnızca, dakikalar içinde daha da terleyerek kendimi servisin lavanta kokan koltuklarına bırakmayı umuyordum. Doğrusu servise yetişmenin de pek ehemmiyeti yoktu. Servis kalkacak ve Tuzla’dan İstanbul’a kadar uzanan, bana akıl oyunlarıyla hipnotize olmayı öğreten bitmek bilmez trafikle çarpışacaktım. Sonrası ev, duş ve can sıkıntısıyla tükenip rafa kalkacak bir akşam. Ertesi sabah ise tüm bu rutinler yeni baştan tekrar edecekti. Ancak, böylesi can sıkıcı anlarda insan tutunacak hakiki bir tasa arıyor doğrusu. Ben de bulduğum ilk endişe kaynağına sarılmış, hem fotoğrafı inceliyor, hem de hızlı hareket etmesi için hocayı sıkıştırıyordum.
Hoca ağır ağır hareket ededursun, birden, “Hocam, bu fotoğraf kime ait, biliyor musunuz?” diye soruverdim. Sesimde fark etmesini umduğum meraklı bir tavır vardı. Bağlam dışı bir soru sormak fena fikir değildi. Zira kör olasıca sayfaların aktarımı hâlen sürüyor ve odanın sessizliği artık omuzlarımı sınıyordu. Hem, hoca doğru yanıtı verirse belki Ara Güler’e dair iki kelime laflardık, ayrıca ödevimi fazlaca bir puanla ödüllendirirdi. Okulda işler maalesef bu eksende, çirkin bir faydacılığın nezaretinde yürüyordu. Ayrıca kolay yerden sormuştum, Ara Güler fotoğraflarını tanımak bir meziyet de değildi. Sanki yanıtı bilmiyorsa ahkam mı kesecektim. Hocanın, “Ne bileyim, bit pazarından aldım, öyle duruyor işte!” yanıtı, düşünce balonumu patlatıverdi. Hoca zannımca bir miktar ayıp etti. Bu ayıp ne bana ne de rahmetliye, bizzat kendine karşıydı. Ben de herhalde hocaya aptalvari sırıtarak karşılık vermişimdir, üç kuruşluk bildiğimle tarih hocasına Ara Güler’i, Beyoğlu’nu anlatacak hâlim yok. Bu kısa, bedbaht diyaloğun ardından yükleme işlemi sona erdi, flaş belleği teslim aldım, sonrası malum. O yakıcı vakitlerde, biz günler gecelere devrilirken araya önemsiz işler sıkıştıraduralım, Ara Güler’in vefatına yaklaşık iki sene kadar vardı.
Beyoğlu’nda Saz, İstiklal’e takım elbise giymeden çıkılmayan yıllara ait bir fotoğraftı. O günlerde, İstiklal’in ara sokaklarında renkli koltuklarıyla nargile kafeler değil, şairlerin uğradığı kahveler göze çarpıyor. Yolunu yitirmiş bir yankesiciyle değil fakat Neyzen’ler, Necip Fazıl’lar, Nazım’lar ile karşılaşmak çok daha muhtemel. Antik çağlardan altmış iki yılına ait bu fotoğraf, bir fasıl gecesinden bugünlere medeniyet dersi veriyor. Fotoğrafın sahibi Ara Güler’in toprağı bol olsun. Fasıllar, sanıyorum o dönemlerde henüz beyaz yakalıların avucuna düşmemiş. Sahnede düzgün giyimli, güleç sanatçılar. Arka sırada cümbüş çalan, rahmetli ut sanatçısı Hasan Erkoç. Bu isme aşina olmak güç olabilir fakat, “Ellerim bomboş yüreğimde bir sızı, ateşe atılmış bir demir gibi kor hâlâ…” sözlerini anımsamak çok daha kolay olacaktır. Bu beste ve nicesinin sahibi Fatih Erkoç, Hasan Erkoç’un oğludur. Lafı gelmişken, Fatih Erkoç’un ‘Babamdan Miras’ albümü ise hem bir nevi vefa borcu hem de çok değerli bir yapıttır. Fotoğrafta, Hasan Erkoç’un ardındaki iki tabela göze çarpar. Bunlardan birinde, “Gazel söylemek Emniyet Amirliğince yasaktır.” ve diğerinde ise “Hariçten şarkı ve gazel istemek zabıtaca yasaktır.” yazar. Gazino yönetimi dinleyiciden şarkıya riayet etmesi yönündeki ricasını, resmi kurumlar yoluyla da teyit ederek kurallaştırmıştır. Buradan süregelen ‘hariçten gazel okumak’ lafzı, bugün bile kimimizin belleğinde dolanır, durur.
Beyoğlu’nda Saz’a dair tüm bu bildiklerim, o gün tarih hocasının odasında bu fotoğrafa rastladığımda aklımdan bile geçmiyordu. Dürüst olayım, o esnada yalnızca fotoğrafın Ara Güler’e ait olduğunu hocaya tasdik ettirmeye hazırlanmış ve aldığım yanıtla yere çakılmıştım. Şimdiyse Beyoğlu’nda Saz’ın grandiyöz profesörün odasında birikmiş yalnızlığını dağıtmak üzereydim.
Odaya varışın ardından bir süre bekliyorum. Kapıyı çalıyorum, ses yok. Bir kez daha deniyorum, hâlâ sessiz. Karşılaşmaktan korktuğum “Gelin!” ünlemi bu defa duyulmuyor. Tokmağı çevirince kapının da kilitli olmadığını anlıyorum. Hoca uzağa gitmemiş belli ki. Bu saatte ya yüksek lisans ya doktora öğrencilerinin dersi olur. Saate bakıyorum, dört buçuğa geliyor. Aceleci olmak gerek, kafileyi koridorun başında nöbetçi bırakarak ivedilikle içeri süzülüyor ve kapıyı üstüme örtüyorum. Kitaplıktan önce halıfleksin üstünde birbirine bantlanmış iki kocaman kese kâğıdı gözüme çarpıyor, burada sınav kâğıtları olduğunu biliyorum. Bu sekansın içinde üç yıl önce bulunsaydım kapılacağım telaşı düşünmeden bakışlarımı hedefe çeviriyorum. Fotoğraf orada, yüzünde tek çizik dahi yok, hiç yaşlanmamış, yalnız bir alttaki rafa taşınmış, öylece pencereyle bakışıyor.
O esnada, yolculuğun başında akıl etmem gereken detay aklıma saplandı. Tüm bu yalnızlığı hatırlatan, vaktiyle yalnızlığımı paylaştığım objelerle ne yapacaktım? Hepsini sırt çantama atıp odamın yolunu tutsam düpedüz hırsızlık, kanun hükmünde cezası var. Orada öylece bıraksam, o zaman bu yolculuğa ne diye kalkıştık, anlamı olmaz. Son çare, fotoğrafa bir işaret bırakmaktı. Böylece bazen güneşe, bazen yeniyetmelere selâm çakabilecekti. Bu izi nasıl bırakacağımı düşünürken saati kontrol ediyorum, tam on altı otuz iki. Derhal bir fikir bulmalı, ardından toz olmalı. Bakışlarım masanın üstünde çaresizce çöpe atılmayı bekleyen teneke kalemliğe takıldı, kalemlerden birini alıp fotoğrafın arka yüzünü çevirdim. Yazacağım ne varsa alelacele karaladım. Sol elle yazınca dolma kalemin mürekkebi, serçe parmağımın robot resmini kartona geçirdi. Patates baskı serçe parmağımın yanına okunur harflerle bir not iliştirdim. Artık fotoğrafın sırtında, “Ara Güler, Beyoğlu’nda Saz, 1962. Bit pazarında değil, çalgıcının nazarında seyretmek gerek.” yazıyordu. Birkaç saniyede türemiş, kalitesi sorgulanabilecek bir fikir olsa bile işe yarayacağa benziyordu. Keşke Fikret Mualla’ya danışsaydım, keşke. Zaman kaybetmeden fotoğrafı eski köşesine sırtüstü yerleştirdim. Odanın kapısını yarı açık bıraktım ve ekipçe külüstüre doğru yola koyulduk.
Tesadüf, koridorda tarih hocasıyla rastlaşıp ayaküstü sohbet ettik. Beni senelerdir görmediğinden haberi bile olmadığı, suratının bozulmaya yanaşmayan tekdüze ifadesinden belliydi. Beni pek dert edeceğini de sanmıyorum, hislerimiz karşılıklı doğrusu. Otobüse doluşurken cebimdeki not defterimi dizime yasladım, ilk satırın üzerine afili bir çizik çektim. Marşa bastık. Yolda tek araba yoktu, yalnızlıklararası seyahatimiz yağ gibi akıyordu.
Cengiz Akduman, elli iki yılında doğdu. Yeryüzünün yalnızları, Akduman’ın siyah-beyaz karelerinde yıldızlara dönüştü, birlik olup zamanın süratine çelme taktılar. Cengiz Akduman memlekette, yurt dışında sergiler açtı, fotoğrafları koleksiyonlara dahil oldu ama kendisinin başarısında beni ilgilendiren çok daha başka bir unsur bulunuyor. Cengiz Bey’e aşina olmayanlar, belki oğlu Kerimcan Akduman’ın seyahatlerinde kaleme aldığı yazılar ve yayımladığı fotoğraflardan haberdardır. Beni Cengiz Akduman’la tanıştıran, Human/less (İnsan/sız) sergisi oldu.
Yanılmıyorsam dört yıl evvel, şubat ayıydı. O sıralar, (tıpkı şimdilerde de olduğu gibi) Ümraniye’de ikamet eden bir fani olarak aynı hafta içinde iki defa Beyoğlu’na yolum düşecek, üstelik ikisi de birer tanışma vesilesiyle gerçekleşecekti. Tanışacağım insanlardan biri Batuğ Abi, diğeriyse Samet. Tanışmalardan hangisi daha önceydi, hatırlamıyorum. Samet’le internetten tanışıyor, bir süredir laflıyorduk. Sanat sepet bahanesiyle de şahsen tanışacaktık.Bununla birlikte, Beyoğlu’nda bir fotoğraf sergisine gitme fikrini Samet’in öne attığını anımsıyorum. Serginin kime ait olduğu, bu fikrin nereden çıktığı gibi meseleleri hiç mi hiç kurcalamadığım da hâlen hatırımda. Nerede olacak? Yunan Başkonsolosluğu. Ne zaman? Şu gün. Gidelim madem. Plân süratle çizildi ve hayata geçirildi. Hem Samet hem de Cengiz Akduman ile tanışmama vesile olan bu sergide birkaç fotoğraf çektim. Senelerdir baktıkça kaybolduğum, (sanki benim yakalamadığım ama beni yakalamış) fotoğraflardan biri bu sergide kadrajıma düştü. Karede, duvara asılı fotoğrafları inceleyen yaşlıca bir adam var. İhtiyar, peşi sıra dizili dört çerçeveyi turluyor. O esnada sanki çerçevelerin içleri boşalıyor, yerlerine mevsimler geçiyor, hepsi de deklanşöre poz kesiyor. Fotoğraf sanki bir serginin değil de ömrün çabucak sonuna erişilen bir parkur olduğunu tasvir ediyor.
Bu fotoğraf, Cengiz Akduman’ın gerçek başarısını idrakime de vesile oldu. Çektiği fotoğraflarla ilgili övgüye lüzum yok, bunu değerlendirmek benim mevkimi aşar. Ancak bana öyle geliyor ki, bir sanatçının erişebileceği en üstün mertebe, kendi kalbinde kurulu evrende yaşamayı bu dünyanın tıknaz huzuruna tercih etmişlerin yüreklerine konuk olabilmektir. Fotoğrafta da görüldüğü üzere Akduman bunu ziyadesiyle başarıyor. Belki benden bir saat evvel, belki de günler sonra aynı salonda dolanan kaç yalnızla bakışmıştır bu çerçeveli fotoğraflar, kim bilir. Bunu bilmeye elbette imkân yok, ayrıca böylesi öteki ihtimallerden yeğdir. Yalnızlığın aritmetikteki karşılığı olan ‘bir’ kişinin bu başarıyı tasdik etmesi yeter de artar. Dolayısıyla yolculuğun ikinci durağı, serginin hayat bulduğu Şişmanoğlu Megaro binasıydı. Zira bir yalnızın dolaştığı her köşe başı, artık öteki cılızlar için bir tavşan deliğiydi.
Sabaha karşı Beyoğlu’na vardık. Kafileyi uyandırdım, külüstürü park ettiğimiz Gümüşsuyu’ndan caddeye yürüdük. Gecenin serini bir taraftan tüylerimizi ürpertiyor, öte yandan ruhumuzu tazeliyordu. İnsan şafak vakti uyanıksa, hele de sokaktaysa kendini bir anlığına ölümsüz zannediyor. Freud ve James aralarında fısıldaşarak yürüyor, kafilenin geri kalanı afyonları patlayana dek sessiz kalmayı tercih ediyordu.
Onbeş dakika kadar İstiklal’in orta yerinde, binaları seyrederek geçtiğimiz yüzyılın İstanbul’unu konuşarak dikildik. Önünde beklediğimiz binanın, namı diğer Şişmanoğlu Megano, mermer sütunlarından altın varaklarına kadar nice öyküler anlatıldı. Zamandan iyice uzaklaşmış, tanımadığım bir boyutta yaşıyordum, en azından böyle hissetmek kalbimin pasını çözüyordu. Sanki akrep ve yelkovandan kaçar gibi karşı yöne doğru koşuyordum. Salonda uzun süre kalmayacaktık, karşımızdaki tekilliğin bu saf, bakir hâli buna elveriyordu. Baca temizliği bir an için aklımdan uçup gitti, en iyi ihtimalle beşte birini tükettiğim ömrümde böylesi bir gün doğumuna rastlamak mümkün olacak mıydı, buna kafa yoruyordum. Binaya adım atma vakti gelince Mualla ve Dino önden buyurdu, biz de peşlerinde gözden kaybolduk.
Ahşap merdivenleri gıcırdayan adımlarla ardımızda bıraktık ve yüksek tavanlı, havadar salona girdik. El yordamıyla, düşe kalka devasa avizeleri ışıklandırdım. İçerisi hem alabildiğine ıssız hem de tertemizdi. Yeni bir sergi için hazırlanan salon, yakınca bir vakitte, kapıya yaslanmış guaş boya tablolarla donatılacaktı. Bütün kafile, bir kelime dahi etmeden etrafı seyre daldık. Saniyeler sonra duyulan tek ses, soğuktan binaya sığınmış bir sivrisineğin vızıltısıydı. O an, yanımda kollarını birleştirmiş hâlde etrafı gözleyen ihtiyarların zihinlerinde canlanan manzaralarda kaybolmayı ne çok istedim. Gücüm buna yetse belki de zihnimin odalarına seneler boyu geri dönmezdim. Bu salonda kayda geçmiş yalnızlığın tasviriyle dakikalar birbirini kovaladı, saatlere döküldü.
Bir vakit sonra sergi salonundan binanın önüne, hava almaya çıktığımda güneş çoktan doğmuştu. İnsanlar uğramaya başlamadan evvel ritimsiz adımlarla önce Cadde-i Kebir’e, ardından Gümüşsuyu’na döküldük. Not defterimde üstü çizilmemiş duraklara göz attığımda rotayı büsbütün ters yöne kırmamız gerektiğini gördüm. Birkaç saat evvelki hissim gerçek olacak, bu defa tam anlamıyla akrep ve yelkovanın aksine doğru gazı kökleyecektik. Anı defterimin sakinleriyle beraber kendi çocukluğuma doğru saatte altmış kilometre hızla yol almaya başlıyorduk.
İkibinyirmi’den koparak varlığı yalnızca önemli günlerde hatırlanır olmuş senelere doğru yol aldıkça kafile daha da neşeleniyordu. Cep telefonları giderek kaba cihazlara dönüştü, dolar kuru giderek sıfıra yaklaştı, dinlenme tesislerinde giderek daha bol giyinen insanlara rastlar olduk. Yol arkadaşlarım ise sanki giderek kendilerini buluyordu, bu kaçamakları hakkında ne düşündükleri bilinmez ama bugüne ait olmadıklarını görebiliyordum. James ve Freud artık daha sık laflıyor, bazen şen kahkahalarla çınlarken bazense kızışmış bir tartışmada rüştlerini ispata kalkışıyorlardı. Salinger, Vonnegut’a zaman zaman dünya harbinde başına gelenleri anlatıyordu, savaş ve barış üzerine edilmiş en enteresan lafları birinci ağızdan dinlediğime inanmakta zorlanıyordum. Mualla ve Dino’yla ise Beyoğlu’nda vedalaştık. Ait oldukları, yalnızlığı ve kalabalığı öğrendikleri sokaklardan ayrılmaya içleri elvermedi. Beyoğlu ve hengamesinden koparılmanın solgunluğunu tatmış iki genç, o sabah gün doğarken İstiklal’den Şişhane’ye doğru neredeyse seker adımlarla inerek gözden kayboldular. Günler yolda toza döndü, bir öğlen vakti çocukluğumun sakız gibi arsızca uzayan yalnızlığında bulduk kendimizi.
Önce Trabzon’a, yaylada iki devasa tepe arasında öylece dikilip ne yapacağımı bilemediğim, akabinde bu iki tepeyi birbirinden ayıran akarsuya yuvarlandığım öğlen saatine uğradık. Ardından İçerenköy’ün tam ortasında yükselen lunaparkın hâlen ayakta olduğu vakitlere döndük. Küçükyalı’ya henüz metro istasyonu dikmedikleri günlere. Elimde basket topuyla hırpalandığım kuytuyu, sırf esaslı kaleci olduğumu ispat edeyim diye asfaltın üstünde diz kapaklarımı parçaladığım okul bahçesini, kaşımdan topuklarıma bütün vücuduma –yırtıldıkça– dikişler atılan hastane odalarını birer birer dolandık. Üstelik ben hâlen orada, bini bir para eden aptallıklarla büyümeye gayret ederken uğradık her birine. Çocukluğumda çekilmiş fotoğraflara her bakışımda, o senelerde güneşin bile ışığını daha bi’ cömert sunduğunu düşünürken, bu fikrimde haklı olduğumu da görmüş oldum. Vücudumu saran yaralar, Ziya Osman Saba’nın, “Açılın açılın tekrar, çocuk dizlerimdeki yaralar…” yazdığı yerden açılıyordu. Bir ara, Hemingway de burada olsaydı, diye geçti içimden. “Bir yazar için erken yaşta alınabilecek en iyi eğitim mutsuz bir çocukluktur,” pasajını düşünürken ister istemez çanların kimin için çaldığını sorguladım. Nezih ve kasvetli sokaklara, rotası gereği ilk durağı bizim mahalle olan okul servisine, ortanca biraderim doğana dek geçen birbuçuk seneye tek tek döndük, her birine birer işaret bıraktık. Düşündüğüm gibi çıkmıştı; Welles ve Huxley sahiden de yolculuk sürdükçe zamanın aksak ritmine alışıyor, purolarını yakıyor, kafilenin muhabbetine katılıyordu. Nihayet, tüm durakları geride bıraktık ve yolun sonuna vardık. Geriye son bir uğrak kalmıştı. Hatırladığım ilk ana, yalnızca on aylıktan daha ufak olduğumu ve emdiğimi bildiğim o güne erişmiştik.
Doğduğum eve vardığımızda kafileden otobüste kalmalarını istedim. Onlar, yolculuğun bir önceki durakta sonlandığını sanıyordu. Burası onlar için sadece yol üstünde uğranacak bir apartmanken benim için belleğimin surlarıydı. Otobüsten indim, o vakitler birer şekerci, atari kafe ve eczaneyle bezeli sokağın kömür kokusunu bir süre ciğerlerimde dolaştırdım. Gökyüzü bu defa griye çalıyor, belli ki yağacak. Dünyaya geldiğim apartman ilk defa bu kadar genç ve güzeldi. Etrafta tek tük seçilen insanlar ne kadar tanıdıksa bir o kadar da yabancıydı. Sokağın girişine konuşlanmış apartmanın alacalı taş merdiveninden birinci kata çıktım. O hâlimin hemen solda kalan dairede, birkaç oda ileride olduğunu bilmek dünyanın bütün hafifliğini omuzlarıma yüklemişti. Kapıdan girdim, sağda kalan salona doğru yaklaştım. Annem, sırtı dönük hâlde kucağındaki büyük oğlunu emziriyordu. Çocuğun gözlerinin tüllere bakarken parıldadığını görebiliyordum. İnsanoğlunun neredeyse tamamı iki yaşından öncesini hatırlamazken neden o perdeleri dünmüş gibi anımsadığım, gün gibi ortadaydı. Rüzgarla oynaşan tüller, bir papağanın nefes alıp verirken titreşen tüylü göğsünü andırıyordu. O salonda birkaç dakika daha kalsam ne hissederdim, bilemiyorum. Külüstürde beni bekleyen ihtiyarları huysuzlandırmak yakışık almazdı. Hem orada kalmak demek, gerçekliği yeniden inşa etmek demekti. Bu kadarına ne gücüm ne cesaretim vardı. Vakit doluyor, adımlarım geri geri giderken hatırladığım en ufak hâlimin karnı doyuyor. Salonun kapısındaki gölgem kayboluyor, merdivenleri koşar adım iniyorum. Arkamda, bu defa halıflekse düşmüş birkaç damla gözyaşım kalıyor. Yol bitiyor, yolculuk sona eriyor, yol arkadaşlarım teker teker gözden kayboluyor.
Gözümü açmamla saatlerdir uyuduğumu fark ediyorum. Yanıbaşımdaki kâğıtları öteye itelemişim, mürekkepleri üzerlerinde duruyor, kâğıtların hemen önünde yüzükoyun yatan bir kitap. Hangi ara kitaplıktan çekip aldım da okumaya başladım, hiç huyum olmadığı hâlde nasıl masa başında uyuyakaldım, bilmiyorum.
Kitabı elime aldım, bir öyküyü bitirmişim, taze. Gözlerime değmiş son cümleleri yeniden okudum, bu defa yüksek sesle: “Kimse cevap vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeğe çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim.” Hem bir aptal kadar mutlu olmanın neden elzem olduğunu, hem de gerçeği yenibaştan örebilmenin tek çıkar yolunu orada gördüm. Bu anlatılanlar da yazılı ispatıdır. Gerçekliği baştan inşa edebilmiş Sait Faik’i, bir balıkçı kasabasını andıran ufak kitaplığımda gülen gözlerle beni seyreden kafilenin yanına bıraktım, hepsini uzun uzun selâmladım. Sonra da önümdeki dosyaları, yanında hakikaten iyi hissedecekleri dostlarla tanış etmeye koyuldum.
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.