Öykücünün öyküsü

Öykücünün öyküsü

Öykücünün öyküsü

Öykücünün öyküsü

Görkem Çolak

Öykü

15 Mayıs 2018

18 dakikalık okuma

18 dakikalık okuma

Yolumu aydınlatan Holden’a ayıracak pek bir vakit bulamıyorum epeydir. Yayıncılık sektörünün içi oyuk yoğunluğu arasında, eski dostumla uzaklaştık git gide. Kaldı ki, ondan uzaklaştıkça Maradona’sız İskender’den beter oldu hâlim.
Her kül tablası bir mezarlıktır, izmaritlerse mezar taşları. Çürümeyi bekleyen tüm hatıralar yazılıdır üstlerinde. En azından ben uzun zamandır böyle düşünmeyi tercih ediyor, uykusundan uyanmış bir papağan gibi gerinip kabararak gecelerini bulan günlerimi bu illüzyonla anlama kavuşturuyorum. Sünnetçinin makasından nasıl kaçarsa bir gürbüz çocuk, yahut kasabın satırına nasıl direnirse koca boynuzlu bir sığır, ben de gözlerimin perdesini böyle çekiyorum. Aslına bakarsanız hiçbir ideal, avuntu ve batıl inanç sonsuza kadar insana sığınak olamıyor. Belki de bu yüzden, tütün veya unlu mamullerinden hiçbiri, bende kuvvetli bir antidepresan tesiri uyandıramadı. Etrafımda olup bitenin idrakine vardığımda yaşım hayli ufaktı. O sıralarda, ettiğim lafların pek de kayda değer olmadığını, ancak bunun yalnızca yaşımla ilgili bir mesele olduğunu biliyordum. Göbeği sizden evvel kesilenler, düşündüklerini çürütmenize tahammül edemezler. Bu, hemen her mutsuz çocuğun yaşıtlarından gizlediği sırlardan biridir. Hemingway’e sorarsanız mutsuz bir çocukluk iyi bir yazar olmak adına bir gereksinimdir, bana göreyse sır tutma yetisinin kazanıldığı, sabır isteyen bir imtihan. Daha sonraları, tam da düşündüğüm gibi, gövdemin irileştiğini ve sesimin artık kulak tırmalayan tiz tonundan kurtulduğunu görenler, ettiğim laflara kulak asar oldular. Bir günde değil de, bir tür zehir gibi zamana yayılarak karıştı hepsinin kanına. Oysa bu et ve kemiklerle sarılmış siluetin içindeki her kimse hiç değişmemişti. Sırasının üzerinde elindeki silgiyi sertçe bastırarak tozdan çizikler çıkaran, top peşinde koşturmakla kafayı bozmuş ancak mahalle takımına giremeyen, okuldaki süslü sosyete kızlarına asla karşılık bulamayacağı duygular besleyen çocuk hiçbir yere ayrılmadı. Hep benimle kaldı. Dürüst olmak gerekirse, kendimden pek haz etmezdim o yaşlarda. Fazlasıyla pısırık ve çekingendim. Kendileri gibi olmak istediğim fiyakalı yaşıtlarımı ise şımarıklıklarının esaretinde buldum yıllar sonra. Hayata mağlup başlamış biriyseniz, kendinizi otomatik pilotta saklama gibi bir lüksünüz olmuyor. Bakkala gittiğinizde para üstünü dikkatlice saymanız tembihleniyor mesela, matematikle ilk karşılaşmanız elinizdeki gezen tavuk yumurtalarının vesilesiyle vuku bulabiliyor. Esasında, epey ilginç hikâyelerin içine de düşebiliyorsunuz. Yerçekimi kanunuyla tanışma hikâyem örneğin; çok daha trajik, itiraf etmek gerekirse, komikti de.
“Tırmanıyorum oğlum bak, taşır mı beni?”
Orta birde, yetişkinlik görevimizi ifa etmeye henüz başladığımız yıllardaydık. Dersler karşısında acziyetimi kesin olarak kabul etmemle beraber, hayattan da ilk kez orta birde gerçekten keyif aldım. Ceket ceplerinde taşıdığımız bahis kuponlarını itinayla, dairelerin dışına taşırmadan dolduruyor ve maç bültenlerini sıra gözlerinde saklıyorduk. Beden derslerinde zil çaldıktan sonra da bahçede kalmaksa tarifsiz bir hazdı, yolumuzu kesen nöbetçi öğretmenleri hep bir ağızdan “dersimiz beden hocam!” cümlesiyle başımızdan savıyorduk. O sıralarda hayatın o kadar da can sıkıcı bir mecra olmadığını düşünüyordum aslına bakarsanız. Eğlenceliydi, hatta bazı ritüellerimiz de vardı. Öğle aramızın ilk yarım saati hiç değişmezdi. Birbirlerine ardışık sınıflardan zemin kattaki kantine doğru koşturan yüzlerce çocuk gibi, biz de hiçbir sebebi olmadığı hâlde bağrışarak deparlar atardık. Akabinde de ikişer tost almak adına, zombi temalı dizilerin setlerini andıran bir hengamenin içine atılır, ter ve ekmek kokularının arasında itişe kakışa yolumuzu bulurduk. Bu antrenmanların, bizi takip eden yıllarda muhatap olacağımız toplu taşıma araçlarına hazırladığını bilmiyorduk. Bilmiyor olmak en güzeliydi. Çocukluğumun, böyle günlerin geçip gitmesini beklemekten ibaret olduğunu söyleyebilirim, ancak, o gün farklıydı.
Kalabalık bir arkadaş grubumuz vardı; Erdal, Samet, Tahir, Sertaç ve ben. Temiz çocuklar olduklarını iddia edemem ama onlarla oturup kalkmaktan bir şikâyetim de yoktu. Kaldı ki, ortaokulun üzerinden yıllar geçse de, şimdi bile hata yapmaktan korkan heriflerle pek anlaşamam. O gün, bahsettiğim kargaşadan kurtulmuş, tostlarımızı bitirmiş ve yarım gazozlar elimizde sınıfa dönmüştük. Beslenme çantasıyla okula gelenler yemeklerini bitirmemişti henüz. Şanslı ve uyuşuk çocuklardı. Tahir, hepimizi öğretmen masasının ardındaki pencerenin dibine çağırdı. Gittik peşinden. Öğlen güneşi suratında patlıyor, gözleri ışıldıyordu. “Sigara içelim mi lan?” dedi şevkle. Birkaç haftadır kafayı buna takmışlardı, sigara lafzı sürekli geçiyordu aramızda. Çok heveslilerdi merete. Sıra hiçbirimize gelmeden evvel Erdal atıldı, nereden bulacağımızı sordu. Ayrıca yakalanmama ihtimalimiz de yoktu. Müdür yardımcımız olacak kelaynak, tuvaletlere yangın sensörü taktırmıştı. Tahir sorgumuza pek takılmadı, plânını anlatmaya girişti. “Bizim temizlikçi Rıfat Abi yok mu oğlum, dün okul çıkışı bir baktım elinde beş karton sigarayla okulun ardiyesine giriyor. Düştüm peşine, ‘Ooo, Rıfat Usta voleyi mi vurdun,’ diye gevrek gevrek güldüm. ‘Hadi lan oradan, ne işin var burada? Kaybol,’ diye gürledi, kovdu beni güya. İki kelime daha ötüp ardiyeyi gören nöbetçi bankosunun dibine pustum. Ne yaptı etti, dayadı merdiveni, üst kata çıkardı sigaraları. Biz de oradan çalıcaz işte. Nasıl fikir?” Dayanamadım, bastım kahkahayı. “Sen kafayı mı yedin oğlum? Bu herif bizi yakalarsa götümüzde mantar tabancası patlatırlar.” Öteki çocuklar da hak verdi söylediğime. “Rıfat’ın ruhu bile duymayacak, sen rahat ol. Sabah bahçedeki çocuklardan biri 4/C’nin camını top atıp kırdı. Bizimki de oraya yeni camı takıyor şu an, baktım demin.” Fikri ne denli absürtse, Tahir de o kadar çetin cevizdi. Bir süre tereddüt ettik ancak karşı çıkamayacağımız belliydi. Hayattaki tek arayışımız eğlenceydi. Kafasız çocuklardık, düştük Tahir’in peşine.
Zemin kata indiğimizde pek kimseye rastlamadık, nöbetçi öğretmen de yoktu. Seri adımlarla ardiyenin önünde bittik. Kapının önünde Sertaç, “Emin miyiz oğlum? Valla gelin, vazgeçin şu işten,” dedi, son çare. Fikri duyduğu gibi sorgulayan Erdal’dı onu yatıştıran. Etrafı son bir kez kolaçan edip daldık içeriye. Sıvı sabun ve çamaşır sularının kolileriyle dolu ufak bir odaydı. Rutubet kokuyor, içeride sinekler uçuşuyordu. Tam anlamıyla okulumuza yakışır bir temizlik yuvasıydı. Aceleyle ahşap merdiveni kaldırıp yerine dikledik. “Eee, kim çıkıyor şimdi,” dedim, bu kutsal soruyu birinin sorması gerekiyordu. Gözlerimiz, ikinci sınıf komedi filmlerinden bir sekans misali Tahir’in üstünde toplandı. Samet, “Sigaraların yerini sen gördün oğlum, sen al,” dedi, tartışmaya ayıracak vaktimiz yoktu. “İyi lan, tamam. Siz de merdiveni tutun o zaman, bırakmayın sakın,” dedikten sonra bir besmeleyle başladı tırmanmaya. Bir, üç, beş… Ardiyenin üst katı, ardı ardına çakılmış kalaslardan ibaretti. Aslında ortada bir kat yoktu yani, genişçe bir raftı. “Hani oğlum, göremiyorum ki…” dedi Tahir, içimize ilk o anda kurt düşürdü. “Tamam oğlum, in o zaman da gidelim. Hayret bi’ şey…” diye hayıflanan yine Samet’ti. “Dur dur, bir karaltı görüyorum ama en uçta. Bir dakika…” Heyecanımız doruğa ermişti. Ağzımızdan çıkacak her kelimeye koşulsuz güvenen Tahir, “Uzanıyorum oğlum bak, taşır mı beni?” sorusunu da o anda sordu işte. Ne Newton’ın üç temel yasasından, ne de Schrödinger’in kedisinden haberimiz yoktu. Yer çekimi kavramı üzerine o zamana dek hiç kafa yormamıştık, bir çocuk neden elinden bıraktığı tenis topunun istikametini sorgular ki? “Taşır oğlum, el kadar bi’ şeysin,” dedik. Sahiden de sıska bir tipti Tahir. “İyi, durun,” dedi. Büsbütün kalasların üzerine çıktı. Sürünmeye başladı. Durduk, biz de onun ağzından çıkan her lafa aynı sadakatle bağlıydık. Nefessiz seyrediyorduk. Dizlerinin üstünde yürüyordu Tahir. Birinci adım, ikinci adım, üç… Çaaat!
“Hassiktir, kaçın lan!” 
Erdal’ın, kucağında kartonlarca sigarayla ardiyenin ikinci katından düşen can yoldaşımızı tozlar içinde bırakıp kaçma direktifine neden uyduğumuzu bilmiyorum. Tek hatırladığım, Tahir’in Rıfat Usta’dan yediği okkalı dayak ve okuldan aldığı bir haftalık uzaklaştırma cezası. Nasıl olduysa bizi orada gören olmamıştı. Okulda olmadığı bir haftanın ardından, aylarca konuşmadı bizimle Tahir. Haklıydı, hâlâ utanarak da olsa hatırladıkça güldüğüm bu hikayem, yalnızca onun başını yakmıştı. Eğer güvenlik kameraları o dönemde yaygın olarak kullanılsaydı, muhtemelen aynı dayaktan biz de geçecek, uzaklaştırma cezamızın sürdüğü o bir hafta boyunca biz de sivil kıyafetlerle okulun kapısında görünecek ve sınıftaki kızların kalbini yakacaktık. Ne o gün, ne de takip eden uzun seneler boyunca fark edemesem de hayatı böyle hikâyelerle hafızamda arşivliyor, geriye dönüp maziyi kafamda tazelediğimde de bu anılar kadar uzağa gidebiliyordum. Belleğimi aydınlatan sokak lambalarıydı hatıralarım. Bu huyumu epey bir zaman sonra fark edecektim.
Takdir-i ilahi, zaman, bir hırsız gibi seri hareket ederek ceplerimizi boşaltıyordu. Bir cellat kadar da gaddardı. İlkokuldaki çocuklardan kopmuştum liseye geçince, oradakilerle ise bu denli kuvvetli bağlar kuramamış, pek de eğlenmemiştim. Yaşamak o kadar da serüvenvari bir mesele değildi artık. Üniversite sınavı gibi bir derdimiz vardı. Daha doğrusu, sınav, bütün kaypaklıkların üzerine gerilen bir paravandı. Elim işlemlere yatkındı, gezen tavuk yumurtaları sağ olsun. Hocalarım tutturdu, analitik bir zekâya filan sahipsin diye. Külliyen iftira. Ancak ailemin kafasına girdikleri andan itibaren kaçışım kalmadı, sayısal sınıfına aldılar beni. Tahliyeme kalan süreyi gözlüklü, disiplinli ve çok sıkıcı bir avuç herifle geçirdim. Hâliyle, artık kendimle baş başa kalmıştım. Bünyesi dâhilinde değişime müsait bir mesele arıyordum. Daha doğrusu, varlığı değişimden ibaret olan bir güzergâh lazımdı bana.
Eğer ki size biçilmiş kefenden firardaysanız, bazen radyonuzun frekansını değiştirmek, otoban boylu boyunca sürüp giderken direksiyonunuzu bilmediğiniz istikametlere kırmak zorundasınız. Bu arayışlarım sürerken, günayyıl obsesyonuma rağmen hatırlayamadığım bir vakitte, Holden Caulfield’a rastladım. Sanıyorum ki lisenin sonlarına doğruydu. Rengi turuncuya çalan karton duvarların ardında, dışarıdaki insanların yağan lapa kardan nasıl kaçtığını seyrediyordu, yanına iliştim. Sırf bembeyaz ve çok güzel göründüğü için elindeki kartopunu yangın musluğuna atamıyor, elinde sıkıyordu. Bu sekans öyle güzeldi ki. Uzunca dinledim, lafı bittikten sonra bile ayrılmadım Holden’ın kanatlı, kırmızı şapkasının altından. Aynı sınıfı paylaştığım tekdüze insanların varlığını bile unuttum onunla tanışınca. Hikâyelere sığınmam da onun sayesinde oldu.
Seçmem için önüme servis edilen fikirlerin doğruluğundan bile emin değilken, bu seçeneklerin hikâyelerini anlatarak suyu bulandırmak sorularıma yanıt vermiyor ancak bana vakit kazandırıyordu. Keyifli uğraştı, hâlâ da öyledir. Benim hakkımda kötü düşünebilir, gerçeğin kederli tortusunu halının altına süpürdüğümü iddia edebilirsiniz. Hâlbuki acı gerçek, kabul edilmektense çaya batırıldığında dağılan bir kraker gibi parçalanıp kimliğini kaybetme talihine layıktır. Farz ediyorum, aynaya baktığınızda karşılaştığınız herifin siz olmadığınızı fark ettiğinizde ne yapabilirsiniz, olacak iş midir bu? Bu yüzden kimse beni suçlayamaz. Ayrıca yazarken asıl probleminizden, zaman kavramının ta kendisinden, büsbütün kurtuluyorsunuz. Fötr şapka ve takım elbiseli sıska bir ihtiyarın, beş parasız hâlde evini bulmaya çalıştığı bir hikâyeyi okurken, aklınıza asla bu mevzunun hangi seneye ait olduğu sorusu gelir mi? Parasızlık da, ihtiyarlık da yüzyıllardır bizimledir. Bir ölümlü için vakit kavramından müstesna olmak kadar büyük başka kıyak düşünemiyorum. İşte bu yüzden, hatırı sayılır bir zamandır öyküler yazıyor, yazılmış ve yaşanmış olanlarınsa peşinde koşturuyorum. Bu kül tablası zırvasının yanında, kendimi alternatif bir illüzyonun içinde yaşamaya alıştırmak ve orijinal kopyamdan hiç durmadan kaçmak pahasına.
Hikâyelerimi adı nam salmış edebiyat dergilerine göndermeye başladığım ilk vakitler, sahiden beni kale bile almayacaklarını tasavvur edemiyordum. İzmir’deydim, tıp öğrencisiydim. Aileden, mahallenin haşerelerinden, şehrin kükürt kokusundan uzaktım artık. Alışmaya çalışıyordum. İnsanların okuduğum bölüme gösterdikleri hayranlık umurumda bile değildi. Hayallerim ve içinde bulunduğum alakasız vaziyetleri birbirine iliştirmeyi çoktan huy edinmiştim. Bir şekilde yazılarımı yayımlatmak derdindeydim yalnızca, dersler, kendinizi kreatif dünyanızdan kopararak sayfalar dolusu ezber yapınca yoluna giriyordu.
Bir mecmuaya gerçekten kıymet verdiğiniz bir işinizi gönderdiğinizde, takip eden haftalarda ilk olarak bünyenizde tezahür eden heyecanın dibinin tuttuğunu hissediyorsunuz. Beklentileriniz bayatladıkça içinizi inceden bir endişe sarıyor, akıl tabelanızın üstüne belki ilk, belki ikinci defa büyük puntolarla ‘ACABA?’ yazılıyor. Sabrediyorsunuz yine de. Yoğunlardır, diyorsunuz kendi kendinize, e-postanızın gözlerinden kaçtığını farz ediyorsunuz. Saatlerinizin, günlerinizin, tarifsiz emeğinizin yattığı sayfaları okumaya bile tenezzül etmeyen editörleri ana-babanızmış gibi savunuyorsunuz. Hem de kendinize karşı. Bu esnada vakit geçiyor, bu dergilerin yeni sayıları çıkıyor. Sesi çoktan kısılmış, avazı çıkmayan merakınızla koşuyorsunuz yine de, ülke genelinde tekelleşmiş bir kitapçıya. İçeriye adımınızı atar atmaz bulup karıştırmaya başlıyorsunuz. Rakı ve türlü içkilerin bayat romantizmiyle dolu düzyazıların, sevdanın mısır ekmeği muamelesi gördüğü kıytırık şiirlerin arasında arıyorsunuz isminizi. Konuşmasına nadiren müsaade etseniz de mantığınızın haklı çıktığını görüyorsunuz; ne isminiz ne de yazınız yeni sayıda yok. Gerisi kızgınlık, berisince pişmanlık.
Diğer yandan, günümüz dergiciliğinden ümidimi kesmem bu kadar kolay da olmadı. Daha sonraları aynı şekilde birçok kez giriştim bu deliliğe. İsmi kibarlaşarak ‘referans’ olmuş torpillere bile kulak asmadım, yolladım yazdıklarımı. Hiç değişmedi tabi sürecin nihayeti. Sesimi bu süreli yayınlarla duyurmaktansa, öykülerimi biriktirmeye karar verdim. İlk zamanlar bir amaçtan yoksun hâlde yapıyordum bu biriktirme işini, internet de dahil olmak üzere hiçbir yerde de yayımlamıyordum. Blog yazma furyasıysa popüler olmamıştı henüz. Gel zaman git zaman, bir fikir düştü aklıma. Bir fikirden de fazlası hatta; bir amaç, uzun ince bir patika, bir çıkış kapısı… Öykülerimi kalın kapakların arasında saman kağıtlarına dökmek istedim. Bir kitap yazmayı düşledim, bu düşle takat buldum dizlerimde. Belki, dedim, belki bu defa olur. Neden olmasındı hem? Kimler ne satışlar yapıyordu. Bu idealin, beni her daim ait olduğum yere götüreceğini bilmiyordum. Kaldı ki, ne kadar zaman alırsa alsın, bunu da öğrenecektim.
Zaman etrafımda dolaşan bir büyü gibi kapattı zihnimi, pek az insanın yüzüne bakarak geçirdim senelerimi. Hikâyelerle yolculuğumun başlamasıyla birlikte bin kere seyrettiğim manzaralar, bin birinci seferde bana farklı laflar etmeye başladı. Günlerim birbirini takip ederken etrafımdaki daimî uğultunun içinde sesler gitgide daha da belirgin olmuştu. Belki de değişen bir şey yoktu, yalnızca uzaklaşıyordum bana dikilmiş doktor önlüğünden. Beraber büyüdüğüm çocukların, kendilerini bir modern köle olmak adına yetiştirdiklerini ve içten içe çekilmez heriflere dönüştüklerini gördüm çok kez. “Bunlar mıydı lan o tanıdığım harbi çocuklar?” sorusunu kendime sordum, çok defa. En sonunda, kendi gerçekliğimden köşe bucak kaçmak bile olabildiğine meşakkatliyken, yıllar yılı manalara tabi tuttuğum sözde dostlukların ne denli içi boş olduklarını kendimden gizleyemedim. Mezarları kazılmış anıların hatırına yürüyen iskeletlere tahammül etmek bütünüyle saçmalıktı. Oysa yazmak güzeldi, gün doğarken sokak lambalarını seyretmek ve masalardaki kırıntılara üşüşen serçeleri hayranlıkla gözlemekse insana yaşadığını hissettiriyordu. Karşımda oturup galibiyetle sonlanan hikâyeleriyle vaktimi tüketen heriflere katlanamaz oldum. Ayrıca bu güruha mensup dalkavuklar için karşılarındaki sandalyede kimin oturduğu önemsizdi, sadece gerim gerim gerinebilmekti dertleri. Siz arayıp sormazsanız aylarca adınızı dahi hatırlamazlardı. Üstüne, onca zaman sonra aradıklarında sizi hayırsız sıfatıyla nitelendirecek kadar da arsızlardı. Hemen hepsiyle ilişiğimi kestim, dolaştığım sokaklarda rastladığım siluetleri, sürü hâlinde yokuş yukarı yürüyen ayakkabıları yazıp durdum. Kimi zaman yazdığım tiplerden biri oldum, kimi zamansa neysem onu döktüm avuçlarımın içine. Gerçek mağlubiyetlere sahte isimler uydurdum, fikirlerimi asla yaşanmamış ancak yaşanmaması için de hiçbir sebep barındırmayan olaylara tutturdum. Günden güne, insanlar ve tapındıklarından koptukça satırların arasında kaybolur oldum. Sekiz kısa öykü ve iki nesir bozması şiirden oluşan ilk kitap taslağım ortaya çıktığında, Umut Sarıkaya’nın mühendis olmaktan vazgeçip çizgiler çizmeye karar verdiği yaştaydım.
Yayınevi sahibi bir aile dostumuz yoktu, hâlâ bir ailem olduğu gerçeğiyle aram iyi de sayılmazdı artık. Mezuniyetten sonra hayatımı idame ettirmek üzere giriştiğim muharrirlik rolüne verdikleri abartılı tepkiyi, yaşadığımız arbedeyi ve akabinde olanları anlatıp kafanızı şişirecek değilim. Doktor olmak istemiyordum, doğduğum şehirde bir yabancıydım artık. Her boyutuyla yalnızlığı yaşayan, titiz ve neo-beat akımından nefret eden bir heriftim. Diğer yandan, editör yalakalığına kendimi alıştırabildiğimi söylersem de yalan olur. Hem buna gerek de olmadığını zannediyordum. Tanınmış basım ve dağıtım kurumları benim gözümde logo ve sayfa dizinleri kadar steril, kusursuz çarklılardı. O sözde edebiyat dergileri gibi değillerdi. Emeğe kıymet verdikleri sanısındaydım. Dosyamı gönderdiğim afili yayınevlerinden biri, o sıralarda edebiyatta yeni isimlerin önünü açma vaadiyle bir seriye başlayacağını duyurmuştu, sıranın bana gelmesini bekliyordum. Şanstan mıdır bilinmez, günün birinde beni de mülakata çağırdılar.
Haklıydım! Haklı olduğumu ilk günden beri biliyordum.
Düşündüklerim bütünüyle doğru çıkmıştı, en azından görünürde böyleydi. Benimle görüşmek istediklerini öğrendiğimde ne denli büyük, bir o kadar da mesnetsiz bir coşkuya kapıldığımı tarif etmekte hâlâ zorlanıyorum. Hayatımın en mutlu anlarından biriydi, hiç şüphesiz. Telefonu kapattığım esnada bir kitabımın olacağı hayalinden ziyade, kendimi bildim bileli beni aykırı bilip yok sayan insanların ne kadar yanıldıklarını düşündüm, gururla doldu benliğimin her köşesi. Erkliğini boynuna bağladığı kravatla ilan eden eski dostlarım, ilaç firmalarından üç kuruş daha kazanmak için yalan yanlış reçetelerle insanları zehirleyen bölüm arkadaşlarım ve akrabalarım ne kadar şaşıracaktı duyunca. Başarmış, diyeceklerdi. Hayret edeceklerdi. Öte yandan, belki de sevilecekti öykülerim. Hatta belki… Bir vapur seyahati esnasında, kitabımı okuyan birine gözüm çarpacaktı. Belki de okurum, çekinerek yanıma gelecek ve bir imza isteyecekti. Ben de memnuniyetle kabul edecek, ayaküstü laflayacaktım hatta kendisiyle. Bu minvalde düşünceler arasında mekik dokuyordum. Çıldıracaktım, çıldıracaktım, çıldıracaktım. Bir kitabın yazarı olmak, hem de adını duyurmuş bir yayınevinin himayesinde yapmak bunu… Akıl alır bir iş değildi. Düşünüyor olduğuma bile şaşırdığım gelecek varyasyonlarıyla geçirdim günlerimi.
Yazarken hep uğrunda çabaladığım bir ideal vardı, Holden kadar rahat ve cesur bir anlatıcı olabilmek. Size kendi hikâyem boyunca Holden’dan yalnızca bir defa bahsetmiş olabilirim, ancak bu onun hayatımdaki nüfuzunu anlatmak için oldukça yetersiz bir kıstas. Kimi insan, eşi dostundansa sevdiği kitapları velisi olarak beller. Girmeye çekindiği meclislere, yeni işindeki ilk gününe bu kitaplarla beraber gider. Bazısı o kitapların kendileri için en özel pasajını vücuduna kazıtır, bu meselenin sonu yoktur açıkçası. Benim içinse o veli, hiç şüphe etmeden söyleyebilirim ki Holden’dır, adını yanlış telaffuz ettiği çavdar tarlasıdır. Hiçbir zaman kendisi kadar rahat bir anlatıcı olamadığım yoldaşımı kıskanmıyorum asla. İnsan, adı hayatının her yaprağında yazılı birini nasıl kıskanabilir? Bilakis, yayıneviyle mülakata gitmek üzere evden çıktığımda da sırt çantamda, benimle birlikte olduğunu hatırladıkça huzurla doluyordum. O gün bir de arkadaşımı almıştım yanıma, bizim Ergin’i. Okuldan beri tanıdığım, burnunun dikine gitme konusunda benim kadar ısrarcı olmasa da desteğinin farkında olduğum sayılı arkadaşımdan biriydi. Mesleğinde başarılı bir doktor, mürekkep yutmuş bir herifti. Dosyamın redaksiyonunu birlikte yapmıştık, karşılık kabul etmediği emeğinin hakkını ödemek imkânsızdı. Yalnız, mülakat uzun sürerse sonuna kadar kalamayabileceğini söylemişti. Canı sağ olsundu, bunun için ona kızamazdım. Evden çıkmamın akabinde, sokaklar boyunca seri ve ritimsiz adımlarla Gümüşsuyu’na, Ergin’in evinin önüne kadar yürümem yarım saatimi aldı. Yayınevine giden yolun üstünde oturuyordu. Kapısının önüne geldiğimi haber verdim, yirmi beş dakika kadar bekletti. Şaşırmadım, huyu böyleydi, öfkelenmek içinse çok heyecanlıydım. Nihayet kapının önünde buluştuğumuzda onun da gözlerinde benimkine hayli benzer bir heyecanla karşılaştım. İki kişi bile olsa hissederek, heyecanla bir düşün peşine kapılıp gitmenin hazzı tarifsizdi. Yokuş boyunca devasa otelleri ve Alman Konsolosluğu’nu ardımızda bırakıp AKM’nin önüne çıktık, oradan da Cihangir’e, yayınevinin ofisine doğru laflayarak yürüdük. Cümlelerimizin ardı gelmez oldu bir noktadan sonra, ben bütün vücudumu sarmalayan heyecanın derinliğinde iyiden iyiye kaybolmuşken, Ergin de üstüme gelmemek adına kendi içine çekilmişti. Cihangir’e henüz adım atmıştık ki, kurşun kalemle çizilmiş gibi silik sükunetimizi tek soruyla böldü.
“Şimdi ne olacak Bora?”   
Anlamamıştım sorusunu. “Ne demek ne olacak?”
“Ne bileyim oğlum. Ne olacak işte. Seni çağırdılar, iyi hoş, ama böyle kolay mı oluyor bu işler? ‘Dosyanızı çok beğendik, gelin Dostoyevski’miz olun,’ mu diyecekler? Kitabı basarız ama şu kadar paraya, mı diyecekler, ayrıca bu adamların öyle ısmarlama iş yapacağını da hiç sanmıyorum…”
“Ne demek bu işler böyle kolay mı oluyor oğlum,” diye çıkıştım, durup dururken böyle Stendhal’cılık oynamanın ne alemi vardı sanki.
“Beğenmişler ki çağırıyorlar. Babalarının hayrına mı yayımlayacaklar, adamlar da yeni yüzler arıyor ki bu seri işine giriştiler. Öykülerimi de beğenmişler…”
Lafa defam etmek adına ne kendime dair güvene, ne de ofiste neyle karşılaşacağım adına bir fikre sahiptim. Konuşmak için daha uygunsuz bir dakika seçemezdi. Kafamı uzayıp giden kaldırımlardan Ergin’e çevirdim, çaktırmadan gülüyordu hain. Ensesine bir şaplak geçirdim. Bağırdım piç kurusuna, ne gülüyorsun lan, dedim. Gülmeyi kesmedi, aksine fark edilince saklamaktan da gocunmadı. “Ne yeni yüzü oğlum? Yeni yüzmüş… Sen bizim memlekette hiç kimsenin, durup dururken amatörün tekini ilah ettiğini gördün mü? Bırak ilah etmeyi, millet cebinden milyarlarca lira çıkarıyor da beş para etmez yayınevlerine veriyor yazdıklarını, sırf bir kitabı, bir dikili fidanı olsun diye. Ha, eşi dostundan başka kimse alıyor mu o kitapları? Ben hiç rastlamadım. Ne bileyim Bora, bir gidelim de hele, görürüz dertlerini.”
“Sahiden canımı sıkmak için şu zamanı mı buldun kardeşim? Gelme ya, beğenemediysen gelme. Bakar da görürsün, modern Türk edebiyatının yeni soluğu yanında yürüyor, haberin yok.”
“Yav… Soluk moluk, geç bu işleri gözünü seveyim Bora. Daha ortada fol yok yumurta yok, sen şimdiden Bülent Ersoy görmüş Banu Alkan triplerine girdin. Gönlüne göre olsun, ne diim…”
“Ömrümü yedin Ergin, ne diyeyim sana. İmza günüme gelirsen kapıdan kovdurucam seni, al, buraya da yazıyorum…” İşaret parmağımı ağzımla ıslatıp şişme montuna sürüdüm. “Çek lan pis elini,” diye çekti kendini. İlginçtir, gülüyorduk, kahkahalarla hem de. İnsanın ister zafere, ister ölüme giderken yanında bulduğu kişiyle neye olursa olsun gülebilmesi ne denli kıymetliydi, o an farkında değildim. Ergin’in niyeti halis miydi, hâlâ bilemiyorum. Butik kafeler ve lüks kebapçıların konuşlandığı sokaklardan birindeki ofisin önüne geldik. Yorulmuştuk. Ergin paketini çıkartıp bir sigara yaktı, sonra da bana uzattı. Elimle istemediğimi belirttim. Fanatik bir sigara kullanıcısı olsam bile o kadar yokuşu çıkınca tıkanmıştım. Ergin ciğersiz herifti, tınlamamıştı. Altmış kilosu ya vardı ya yoktu. “Ben de çıkayım mı şimdi, nasıl yapalım?” dedi. “Çıkmayıp n’apacaksın oğlum, gel işte. Bir bekleme odaları vardır illaki.” O esnada Ergin’in gözleri, caddenin karşımızda kalan kolundaki butik kafelerden birine takılmıştı çoktan. “Ben şurada bekleyeyim seni oğlum ya, kalıp kalamayacağım da belli değil hem…” Mülakatın sonuna kadar kalmayacağını orada anlamıştım. “Yenge mi bastırıyor, gel de gel diye, şerefsiz?” Güldü. “Sorma oğlum ya… Kalabilirsem kalacağım ama söz vermeyeyim yine. Bu arada, az önce ettiğim laflara takılmadın değil mi?” Yalan söylemek için daha müsait bir an düşünemiyordum, “Yok lan, deli misin? Ne takılıcam sana, Allah’ın şoparı.” Gülüştük, üç beş laf daha ettik. Vedalaşırken, “Bu iş olursa da olmazsa da senden kıymetli değil lan Bora. Şunu da bil ki, her halükârda ben sana inanıyorum kardeşim. Unutma, nasipsiz dayak bile yenmez…” Evet, nasipsiz dayak bile yenmez. Öteki cümlelerin arasından çekip çıkardığım bu alıntıyı seneler boyunca unutmayacak, aksine her gün daha da iyi anlayacaktım. Her şey için teşekkür ettim, iyi veya kötü, kaderimde ne yazılıysa yüzleşmek adına tarihî binanın restore aşamasında döşenmiş cillop merdivenlerini birer ikişer tırmanmaya başladım. Kendi kaderimin eşiğinde, yayınevinin lüks görünümlü ofisinin kapısındaydım.
Eğer o gün, kendimi yayınevi ofisinin fiyakalı kapısında değil de Zincirlikuyu mezarlığının girişinde bulsaydım, Kur’an’da üç kere geçen “Her canlı ölümü tadacaktır,” ayetini daha erken anacaktım. Ancak o zaman bu ölmek eylemini, herkesin algıladığı gibi ruhun bedenden ayrılması olarak yorumlamam kaçınılmazdı. Hâlbuki yaşarken ölmek de günümüz teknolojisiyle mümkün artık. Mezarlığa gitmedim de ne yaptım? Bir masaya oturdum, her mağlubiyet bir masa başında öğrenilir ve gerekleri de orada uygulanır. Ben oturdum, karşıma da bir editör ve iki yazar oturdu. O yazarlardan birini çok severdim, iyi bir öykücüdür. Aile kavramını irdelediği bir kitabını okumuştum, medyada da tanınan, orta yaş sendromunu abes renkli kazaklarla def etmeye çalışan bir herifti. Heyecanlıydım, büyük bir işin eşiğindeymiş gibi hissediyordum. Aslında daha önce hiç büyük bir işin eşiğinde filan olmadım ama herhalde böyle bir duygudur, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Masada oturuyordum bunu düşünürken, karşımda da üç kişi vardı, biri editördü bunların. Editör, kızıl saçları elektriklenmiş, yaşı geçkin bir kadındı. Kedileriyle birlikte yaşadığına emindim. Çoğunlukla da o konuştu. Bana dedi ki, “Bora Bey, yazdıklarınız çok güzel,” Tebessümle teşekkür ettim, nezaketen. “Lafımı bitirmedim,” dedi. Ciddiydi. Hiçbir şey söylemedim, gereği yoktu. Devam etti, “…ancak şu anda yayın programımız oldukça yoğun. Dolayısıyla dosyanıza yakın zamanda şans vermemiz olası değil. Başka bir teklifimiz var size,” dedi. Editör söyledi bunu. Kalbime derin bir balyoz darbesi inmiş gibi hissettim. Yanındaki siklamen kazaklı öykücü de onayladı onu. Gözlerini kocaman açarak — bunu, bana güven vermek adına yaptığını sanıyorum, “Reddetmek istemeyeceğiniz bir teklif…” dedi. İşte bu beni kızdırmıştı, atmosferi çorap kokan iki öykü yazdı diye insan sarrafı ayağı yapıyor, beni gerçekten tanıdığını zannediyordu. O anda elimi masaya vurarak karşı çıkabilir, odayı terk edebilirdim. Beni kodese tıkacak değillerdi. Yapmadım. Hakimin ağzından çıkacak cezadan emin bir idam mahkumu gibi, “Nedir?” dedim. Gülümsüyordum, hayatım boyunca üstüme toprak atmak isteyen herkese gülümsedim. Eğer bir suçum varsa budur. “Redaksiyonunuzu çok beğendik. Açıkçası, Türkçe’yi bu denli absürt kullanmanıza rağmen dosyanızda bir hataya bile rastlamadık…” dedi ve bir kahkaha patlattı. Alem kadındı şu menopozlu editör. “Ne sandın ablacım, tıbbiyeden mezunuz diye imladan bihaber sandınız herhalde. Ayrıca, absürt mü? Deneyselliğe tahammül de kalmamış,” dedim. İçimden söyledim bunu, duyulacak kadar gürültülü konuşmadım. “Halihazırdaki redaktörümüz Jale Hanım, maalesef doğum iznine ayrıldı. Kendisinin pozisyonuna geçici olarak alanında yetkin birini arıyoruz. Eğer ilgilenirseniz, sizinle çalışmayı çok isteriz…” Bu esnada, masadaki üçüncü şahıs devreye girdi. Bu arkadaş da romancıydı. Yayın hayatına eli tesbihli yayın organlarında köşe yazılarıyla başlayıp, zamanla seküler meslektaşları içindeki yerini hazır etmiş ve her biri on binlerce satan üç tane romanın altına imzasını atmıştı. İmzasının çok çirkin olduğundan yana hiç şüphem yoktu. Lafı devraldı, “Dolgun bir ücret de önerebiliriz size,” dedi. Bunu söylerken arkadaşımmış izlenimi vermek adına, olması gerektiğinden çok daha rahattı. Anlayacağınız, etrafım sarılıydı. Bakışları, ellerimi havaya kaldırmamı ve soru sorulmadıkça konuşmamamı emrediyordu. Neredeyse hiç soru sormadılar. Benimle konuşurken hiç saate bakmadılar. Saatler geçti, günler geçti. Görüşmenin sonunda masadan kalkarken elektrikli editörüm, “Ya pardon, bir şey takıldı aklıma. Özgeçmişinizi incelerken gözüme takıldı… Tıp okumuş, hatta iyi de bir dereceyle bitirmişsiniz ancak mesleğinizi yapmayı tercih etmemişsiniz. Sebebi nedir?” diye sordu. Kadına doğru döndüm, Michael Madsen gibi masaya yaklaştım. Sakince, “Kan göremiyorum ben, kana zaafım var. Nasipsiz de dayak bile yenmiyor.” dedim. Odadan çıktım. Tıpış tıpış geri dönecektim.
Fani yaşantımın yirmi dokuz senelik yorucu mesaisi boyunca her zaman, akıl ve mantık sahibi biri olmayı diledim. Oysa bu iki sıfat da tahsilini gördüğüm ve asla sevemediğim mesleğe çokça yakıştırılıyordu. Sahiden de okurken bile hiçbir zaman doktor olacağımı tasavvur etmemiştim. Olmadım da, malum. Akıl ve mantık doğrultusunda çalışan bir mekanizma olsaydım, diplomamın kıymetini bilirdim herhalde. Benim için saygınlıktan ziyade anlayış önemliydi. İnsana, serçeye, tütüne, düşküne… Siluetime çarpan her detaya karşı, ardı gelmez bir anlayış. Diğer yandan, benim yaptığımın akıl alır bir yanı yok. İnanır mısınız, yayınevinin karşıma çıkardığı aşağılık teklifi kabul ettim. Üç hafta sonra da dandik bir eğitimin akabinde mesaime başladım. Seneler evvel ardiyeden düşen Tahir’in trajikomik hikâyesini boşuna anlatmadım size. Bu hikâyenin Tahir’i de benim, işinize gelirse. Şu da var ki, yayınevindekiler esaslı insanlar çıktılar. Jale Hanım doğum izninden geri dönmedi, ben de kuyruklarından hiç ayrılmadım. Kitabımı da bastılar. Şu bahsettiğim tekelleşmiş kitap zincirinde, ihracat fazlası defolu mallar gibi kelepir satılan kitaplardan biri oldu. Yalnız, şiirlerimi çıkarttılar yayımlamadan evvel. Kitabın dokusunu bozuyormuş. Tam yüz otuz yedi kopya sattı, boru değil.  Her bir okurum için bir sigara yaktım günden güne, mezar taşlarını da koca cam küllüğümün üstüne diktim. Ergin’in bu olanlardan pek haberi yok. Binadan çıktığım anda tüydüğünü görmüştüm, o yaşam kırıntısını silebilmek kolay değildi. İlkten dört beş defa aradı, telefonu açmadım. Akabinde de geçiştirerek bahsettim olup bitenden. İnanır mısınız, Türk edebiyatının yeni soluğu olamadığımı benden öğrensin istemedim. O gün yanına yollandığı kızla da bir sene sonra evlendi. Allah mesut etsin. Aslına bakarsanız, bu redaksiyon işini sevdiğimi de inkâr edemem. Ne demişler, her şeyin her hâli çok güzel olabilir. Yalnız, yolumu aydınlatan Holden’a ayıracak pek bir vakit bulamıyorum epeydir. Yayıncılık sektörünün içi oyuk yoğunluğu arasında, eski dostumla uzaklaştık git gide. Yine de bana anlayış göstereceğine inanıyorum. Kaldı ki, ondan uzaklaştıkça Maradona’sız İskender’den beter oldu hâlim. Müsait bir zamanda gönlünü alacağım. Aha, buraya da yazıyorum. Ya, bir şeyi itiraf edeyim mi? Öykücünün öyküsü de hiç çekilmiyormuş. Anlatmak çare olmuyormuş, bunu gördüm. Gün doğarken aşurelik buğdayla serçeleri beslemek yahut öğle araları gökyüzüne karşı cılız ıslıklar çalmak gibi bir meşgale değilmiş bu. Nasıl desem, ne yaparsan yap, yapbozun bir parçası eksik kalıyormuş gibi sanki, kırılmış da kendi içine yanlış kaynamışsın gibi. Omuzlarındaki yük daha da dokunuyormuş sinirlerine. Sahi size, tüm bu zırvaların yerine hiç kimseye bir şey anlatmamanız gerektiği konusunda bin kez edilmiş bir lafı binbirinci kez tekrarlasam… tesiri olur mu? Öyle sanıyorum ki, pek de olmaz.

Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak

Yazar

Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.

2025 © Kullanımlar izne tabidir.

Görkem Çolak © 2025

Kullanımlar izne tabidir.

Görkem Çolak © 2025

Kullanımlar izne tabidir.