Görkem Çolak
Öykü
7 Mart 2022
Şehirler arası cenaze nakil şoförleri Sabri ile Darcan, ıssız bir dağ yolunda kar nedeniyle mahsur kalır. Karayollarına telefonla ulaşmak için nöbetleşe şanslarını deneseler de nihayet umutlarını tüketirler. Geceyi arabada geçirmeyi planlayan iki adamı ummadıkları bir gece beklemektedir.
Başınıza gelen her ne varsa, sadelikle karşılayın.
Rashi
Zirvesini bulutların ceplediği dağlardan hızını alan poyraz, karlı köy yolunu iştahla yaladı. Sabri, Coltrane’in dokuzuncu gırtlak boğumu gibi titriyor, öte yandan kıçını yasladığı arabada onu seyreden Darcan’ın kayıtsızlığına karşı inceden kızışıyordu. Dizlerine kadar kara batmış, kevgire dönmüş çizmeleri yüzünden ayakları epey ıslanmıştı. Cep telefonu bir an için kapsama alanına girsin diye ettiği dualar kabul olduğu gibi karşısında tiz bir kadın sesi buldu, derhal derdini anlatmaya koyuldu. Dağ başında mahsur kaldıklarını söylemesi on saniye sürse, tiz ses de nerede olduklarını sorunca –öyle ya, bölgede sayısız dağ, tepe vardı– eder yirmi saniye. Yirmi saniye içinde yeniden koptu bağlantı. Kadının sesi, rüzgârın ürpertici ıslığına bıraktı yerini. Sabri sağ eliyle saçlarını sıvazladı. Gücü yetse tutam tutam koparır, hışımla fırlatırdı. Telefonu birkaç kez daha yokladı, naçar hâlde arabaya döndü.
Darcan, çalışma arkadaşının biçimden biçime girişini hiç seyretmemiş gibi hevesle sordu: “Ne oldu, ulaşabildin mi?” Sabri konuşmadı. Yalnız ellerini iki yana açtı, ardından camını aralayıp bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Dikiz aynasına asılı kompakt disk kendi eksenince dönüyor, diskin arka yüzü kime dönse onun gözünü alıyordu. Lafını sürdürdü Darcan: “Bari meramımızı anlatsaydık, daha adamlara ulaşamadık bile.” Sabri’nin çenesi çözüldü: “Ulaşmasına ulaştık da yarım dakika sürdü sürmedi, hat yine koptu. Saat erken, gün boyu deneriz.” Sırf meslekte Darcan’dan daha kıdemli diye sabahtan bu yana Kara Yolları’nı arayıp duran, zangırdamaktan damakları uyuşan oydu. Asabı bozulmuştu fakat vaziyetin vahametinden miydi, yoksa Darcan’ın esrek hâllerinden mi bilemedi. “Kaç sefer ben çıktım ayaza, birazdan sen denersin. Ben biraz uyuyacağım.” dedi bir çırpıda, göz bandını alnına taktı. Arabanın kliması içeriyi soba gibi ısıtıyor, Sabri uyumak için sigarasının bitmesini zar zor bekliyordu.
Kafasını cep telefonundan kaldırdı ve “Sabri abi,” diye lafa daldı Darcan, saatlerdir yapay zekâ ile tavla oynamaktan bunalmıştı besbelli. “Yanlış anlamazsan, arkada mevta yatarken nasıl rahatça uyuyorsun?” Sabri’nin ayazdan bembeyaz kesilmiş suratı ifadesizdi, “İlk zamanlar ben de aynısını soruyordum Mustafa Abi’ye. Onunla nakle çıkardık o vakitler. O da rahmetli oldu geçenlerde, Allah nurlar içinde yatırsın. ‘Zamanla alışır, duymaz olursun,’ derdi bana. Sen de yenisin henüz, bir iki ay geçsin hele, nasıl uyuduğuna sen bile şaşarsın.” Darcan çabucak kabullendi mesleki akıbetini. “Sen nasıl başladın bu işe abi?” diye sordu bu defa. Sohbetin güzergâhını değiştirmezse Sabri’nin sıkkın gözlerinin kapanacağını biliyordu. Âdeta Şehrazad’ın gayretiyle örüyordu sorularını. Sabri sigarasından derin bir nefes aldı, camdan fırlattığı izmarit kara battı. “Cenaze nakline mi? Lise son sınıftayken kulağıma geldi, eleman açığı varmış. Amcamın oğlu dediydi. O da benden altı ay evvel başlamıştı. Tabii, taş çatlasın altı ay…” Gözkapakları kırpışıyordu, “Ötesini, berisini bilmeden başladık işte.” Bir süre gözleri telefonunda, öylece oyalandı Darcan, “İyi de gül gibi okul okumuşsun abi, neden düştün ki yollara?” Sabri abisinden yanıt gelmeyince kafasını kaldırdı, adamcağız sızmıştı. Kel kafasını örten göz bandını dahi indirmemişti. Alnında duran siyah bant, demode bir güneş gözlüğünü andırıyordu şimdi.
Cenaze arabasının önünde, Sabri’nin adımlarıyla iyi kötü biçim almış patika üzerinde saatler geçirdi Darcan. Denedi, olmadı; denedi, çalmadı; denedi… Artık ne Karayolları’na ulaşması, mobil operatörünün kapsama alanına girmesi, kapsama alanına girse dahi ertesi güne değin kurtarılmaları mümkün değildi ya, öylece şansını deniyordu. Yapacağı daha iyi bir şey yoktu zira. Tankvari botları karları gıcırdatarak yaylanırken Darcan mevtayı düşündü bir süre. Acaba tahayyül edebilir miydi bu seyahatini? Ardından biraz Sabri abinin gençliği, biraz da kendi geleceği meşgul etti kafasını. Şekli şemaili belirli, seri üretilen birer vazo gibiydi ikisi de. Aynı tornadan farklı yıllarda çıkmışlardı yalnızca. O da şimdilerde ilk defa tecrübe ettiği gibi dağ başında bir yeni yetme, birkaç da cesetle beraber mahsur kalacak; Karayolları’nı belki günler boyu bekleyecek, ruhunun köşeleri yontuldukça bu uzun saatleri hissetmez olacak ve bir gün Sabri abisi gibi aşınmaya koyulacaktı. Göz kapaklarına mukayyet olamayacaktı o zaman. Telefonla oynadığı tavlaları çoktan unutacaktı tüm hissettikleriyle beraber.
İlk defa üniversitedeyken işittiği bir sözü anımsadı bunları düşünürken; sözün sahibi olan Fransız fizyoloğa göre prensip değişmez, ancak etkisi değişirdi. Etkinin değişmesi ise prensibi çürütmek şöyle dursun, daha da güçlü kılardı. Fransız fizyolog, “İstisnalar kaideyi bozmaz.” diye söylenen bir büyüğüne, “Bence de!” diye karşılık verebilir, bu mesele üstüne hiç kafa yormayabilirdi. Nitekim öyle davransaydı bugün adını kimse anmazdı herhalde. Bu kayıtsızlığı, öteki icraatlarını de ketlerdi. Bir anlığına o Fransız fizyolog olmayı düşledi Darcan. Şu anda ölmüş olmayı, hatta cenaze aracının sırtındaki mevta olmayı bile kabul edebilirdi bunun için. Güzel yaşandığına kefil olduğu bir ömür, kendine ait yaşanmamış senelerden daha değerliydi. Hem yaşamadığı senelerin ona aidiyeti dahi bir muammaydı. Kendi bedenine sirayet etmiş prensibi, uyuşmuş avuç içinden sökmek için istiyordu bunu belki de, bilemedi. Elindeki cep telefonunu bir tespih gibi defaatle çeviriyordu. Gözleri ufka dikilmişti. Güneşin terk-i diyarıyla sönmekte olan son bulutun kılcallarını seyrediyordu. Hiçbir şey geçmiyordu naçiz aklından, durmuş bir saatten farksızdı zihni. Öte yandan karşısındaki manzaraya dalıp gitmişken aklına ihtiyaç dahi duymuyordu. Düşünüp durduğu saatler boyunca kendi belleğinin kıvrımlarını turlamış, aradığını bulamamıştı. Yorulmuştu da. Şimdi seyrettiği bulut söndükçe makûs talihini, öksüz yollarda tükenecek ömrünü naklen gözlemleyebiliyordu. Deşecek anısı kalmayınca fizyolog olmaktan vazgeçmiş, astronoma dönüşmüştü. Gece yükseliyor, üzerlerine üşüşüyordu artık. Boş gözlerle gökyüzüne baktığı sırada, birden arkasından gelen bağırışla irkildi Darcan. İvediyle arkasına döndü. Sabri’nin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Çaresizce arabanın ön camını yumrukluyordu adam, delirmiş gibi. Adamcağızın arabanın içinden sızan bağırtısı ise rüzgârda mırıltı gibi duyuluyordu. Alelacele arabaya koştu Darcan, içeri daldı.
Darcan’a derdini anlatmaya çabalayan Sabri’nin nutku tutulmuş, adamcağızın ağzı kupkuru kalmıştı. Ağzından kelimeler değil, boğuk morfemler dökülüyordu. Can havliyle Sabri’yi anlamaya çabalarken aracın sırtından gelen sesleri duyunca put kesildi. Arka bölmeden tıkırtı, mırıltı gibi kimi silik sesler beliriyordu kulağında. Sesleri kendi başına duysa, aklını yitirdiğine, en iyi ihtimalle de gaipten sesler işittiğine ikna olabilirdi. Ancak şimdi iki kişi, naçar hâlde bakışır bulmuşlardı kendilerini. Ağızları veya gözleri değil, dehşetle büyümüş göz bebekleri konuşuyordu şimdi. Bir başlarınalardı, en azından o ana dek öyle sanıyorlardı.
Görkem Çolak
“Ne diyorsun buna?” diye sordu. “Malaga’yı yakıp yıkıyorlar.” dedim. “Evet,” dedi, “yakıp yıkıyorlar. Bak, sana söylüyorum, taş üstünde taş kalmayacak –yok, tek bir bitki, tek bir lahana bile yetişmeyecek orada artık; dünyada kötülük denen şey kalmasın diye.”
Gerald Brenan
İspanyol Labirenti
Bir süzgeçtir insan. Nerenin çamuruna çakılmışsa oracıkta ayağa kalkar, kollarını iyice açar ve bütün objeler, onun içinden geçmeye başlar. Göğsü yarar ve sırttan çıkarlar. Öteki nesneler gibi zaman da insanın göğsünü yarıp sırtından çıktığına göre, o da geriye doğru akar. İçimizden aktıkça kırıntıları kalır süzgecin yüzeyinde. Tortularını toplayamayacak kadar acelecidir zaman, kırıntılar bizde kalır. Bu miras, Batılı toplumlarda benlik adıyla anılır. Günün birinde, ölüm kapımızı çaldığında –ki sanıldığının aksine pek çok sefer biz gideriz ona– artık hiçbir nehrin çözemeyeceği kadar topaklanmıştır göğsün süzgeci. Ne objeler geçebilir içinden ne de zaman. Vakit paydos vaktidir. Miras, encümen-i dânişe pay edilir. Bilmediğimiz diyarlardan bir çocuğa atanır vazifemiz. Bir zil çalar, itin ağzı sulanır. Kuşlar havalanır. Bir silah patlar, hele ki gözüktüyse. Biz kaçar, gün doğar. Başkalarının üstüne.
Sabri’nin dili dönmüyordu ama bakışları, en az üç kâtibi emekliye ayıracak kadar yoğun ve süratle haykırıyordu korkusunu. Darcan da ürkmüştü elbette, daha doğrusu, Sabri öylesine kaygılıydı ki, Darcan’ı ürküten de işittiklerinden ziyade gördükleri oldu. Öte yandan, ayazın kucağından arabanın kaloriferine düştüğü için dizleri iyice uyuşmuştu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, ancak naçiz bedeni istemsizce kilitlenmeye başlamıştı. Sanki korkmuyor, korktuğunu gösterme yükümlülüğü taşıyordu. Dakikalarca çıt çıkarmadan etrafı dinlediler. Sırtlarındaki tıkırtılar, buğulu mırıltılara dönüştü. Konuşanın arabada olduğu iyice seçiliyordu.
Karıncalanmış gövdesinin esaretini yırtarcasına, “Kalk abi,” dedi Darcan, “adam ölmemiş işte, besbelli.”
“Nasıl ölmez oğlum, günlerdir buz gibi arabada aç biilaç yatan adam nasıl hayatta kalacak?”
Mevta mevtalığını bilseydi de başımıza çorap örmeseydi diyecek hâli yoktu ya, bu cümlelerle anlattı derdini Sabri. Hemen ardından ise kendisinden icazet beklemeden dışarı fırlayan Darcan’ı hayretle seyretti. Eline bir paket çikolata, bir şişe su alan Darcan, arabanın bagaj kapaklarını avuçlamış hâlde buldu kendini. Sabri yerinde kalmıştı. Darcan’ın damarlarında ise suni bir korku dolaşmıyordu artık. Kapakları kendine doğru çekerken yüreğinde bir cılız heyelan hissetti.
Darcan’ın gözüne ilk ilişen, yol boyunca ailelerine teslim ettikleri beş cesetten sonra boşalan rafların tenhalığı oldu. İnsanoğlunun tabiatı, tabiatın değişmez prensibi. Milisaniyeler içinde arabanın sol köşesindeki kıpraşmaları fark etti. Hollywood işi hortlak saçmalıklarından oldu olası tırsmazdı, yine tınlamadı. Dakikalar evvel düşlediği Fransız fizyolog görse gurur duyardı Darcan’la. Sürgülü rafı tuttuğu gibi hışımla önüne aldı, kefeni bir çırpıda sıyırdı. Yanılan Sabri çıktı. Kefene sarılı kırklarındaki adam, peyderpey titreşen kır saçları ve kemikli suratıyla Darcan’ın karşısında güçlükle nefes alıyordu.
Darcan’ın karşısında güçlükle nefes alıyordu. Adamı birkaç paket çikolata ve bir galon suyla kendine getirmesi on dakikayı buldu. Darcan’ın kalbi, çocukcağızın çömezken uğraştıkları ile baş edebilmesi adına buharlı motor prensibiyle çalışıyordu. Adam Darcan’ın kucağında, battaniyesine sanki tutkalla yapışmış hâlde şoför koltuğuna kondu. Bir kelime etmeye dahi mecali yoktu henüz. Eski mevta ön koltuğa oturur oturmaz kendini dışarı attı Sabri. Öcü görmüştü sanki. Birinin ateşiyle ötekini yaktığı sarma sigaraları peşi sıra ciğerine düzmeye koyuldu. Titriyordu.
Darcan, adamı konuşturmaya çabalamaktan yorgun düşmesine karşın pes etmiyor, sanki bir an olsun boşlasa adam ölecekmiş gibi çabalıyordu. Sabri arabanın sol farına yaslanmış sigara içer, Darcan ise adamı yaşama döndürür hâlde epey sürdü bu. An oldu, canına tak etti Darcan’ın, adamın titrek elleri lokmasını tutabildiği gibi iznini istedi, Sabri’nin yanına vardı. Yürürken hınçla attığı adımlar karları basbayağı presledi, o sırada görünmez ufukta kuvvetli bir uluma işitildi. “Hayırdır Sabri abi, çekildin köşene, iyi mi keyfin?” diye atıldı Darcan. Çenesi öfkeden öne çıktığı için olsa gerek, ne söylese ‘I’ sesi ekseninde duyuluyordu.
“Benim keyfimden sana ne oğlum? Sen dirilttin herifi, şimdi de sen bakacaksın. Ayak bağı mı olduk, nedir?”
“Ne demek sen bakacaksın, bu arabada iki eleman değil miyiz biz ağbiciğim?”
“Benim işim ölü taşımak aslanım, diriyi besleyecek olsam bakıcılık yaparım. Yanlış mıyım?”
Gökyüzü bulutsuz, hava pürüzsüz, soğuk adamı murdar ediciydi. Duyduklarının ardından kafasında şavkıyan öfkeyle ne yapılacağını bilemedi Darcan. Sabri’nin bu kayıtsızlığıyla daha kaç adamı göz göre göre öldürdüğünü düşündükçe daha da hınçlanıyordu. Başının tepesinden ensesine doğru bir köşede, epey irice bir dilimin beyin pastasından koptuğunu hissetti o sırada. Fizyoloji notları, bulutlar ve prensipler de bu dilimle birlikte Darcan’dan azat oluverdi. Sırtını döndü, ölgün adımlarla yürümeye koyuldu. Dakikalarca sakinlemeye uğraştı. Yüz sene beklese bile bir an için Sabri’nin hayret verici vicdansızlığına karşı soğumayacaktı içi. Kudreti olsa saçlarını tek seferde yolacak olan oydu şimdi. Gözüne çarpan irice bir taşı kavradı, arabaya yöneldi. On dakika evvel, o taşı görmeye dahi cesaret edemezdi oysa. Parmakları arasına kıstırdığı sigaraya dalmıştı Sabri’nin torbalı gözleri. Hiçbir şey düşünmüyor, yalnızca ayakta uyukluyordu. Darcan’ın yaklaştığını bile fark etmedi. Taşı Sabri’nin kafasına nefessiz indirdi Darcan. Yere yığıldı adam. “Al,” diye bağırdı suratına eğilerek Darcan, “benim işim de ölü taşımak!”
Leşinin ardından burnu dahi sızlamadı. Arabaya döndü. Darcan’ın sinir sistemi, dakikalar içinde dönüşüverdiği adama –görülmemiş biçimde– çabuk uyum sağlıyordu. Arabadaki adamın ruhu ise büsbütün bedenine kavuşmuştu. Gördüklerinin ardından, “Konuşmasam iyi olacak, zaten kefeni yeni yırttım.” diye geçirdi aklından. “Sabri abi senden rol çalmış oldu.” dedi gözleri fal taşı gibi açık hâlde Darcan. “Öyle ya!” Zincirlerinden kurtulmuştu âdeta – belki de bir bakıma. Başını salladı adam, yukarı ve aşağıya.
“Memlekette bekleyenin var mıydı senin?” diye sordu Darcan. Hâlâ nefes nefeseydi.
Başını salladı adam, sağa ve sola.
“Kimin, kimsen yok yani.”
Güçlükle, “Bir nenem var,” dedi, “Âmâdır. O istemiştir benim cesedimi.”
Doğru söylüyordu.
“Güzel.” diye yanıtladı Darcan. “Ben sormadan âmâ olduğunu söylediğine göre anladın kafamdakini.”
Adamın hiçbir şey anladığı yoktu ya, gene de ses etmedi.
“Köylün seni tanır mı peki?”
“Zor, doğma büyüme şehirliyim. Hiçbiriyle tanışıklığım yoktur.”
“Yaşa!” diye histerikçe haykırdı Darcan, “Sen çok yaşa!”
Sessizleşti ortalık bir süreliğine.
“Biliyor musun,” diye atılarak sükûneti yırttı Darcan, “Bu dümbeleğin de kimi kimsesi yoktu. Senin yerine onu götürür gömeriz. Sonra da neneni alır, şehre döneriz.” dedi, “Olup biten anlaşılana kadar ben de buralardan tüymüş olurum.” İvedilikle belirlenmişti güzergâh. Başını salladı adam, bir yukarı bir de aşağı. Ertesi gün Kara Yolları yanlarına varana kadar Sabri’yi çoktan paketlemiş ve bagajın sol rafına yerleştirmişlerdi. Yola koyuldular. Şehir girişlerinden birinde kurulan rutin polis çevirmelerinden birinde enseleninceye dek, ikisi de planlarının kusursuz biçimde çalışacağına dair derin bir inanç içerisindeydi.
Görkem Çolak
Yayın bilgisi
Bu öykü, ilk olarak Haydi Dergi’nin Temmuz-Ağustos 2021 ve Eylül-Ekim 2021 sayılarında (iki bölüm hâlinde) yayımlanmıştır.
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.