Heraklitos’un, değişim üzerine çok sevdiğim bir lafı var. “Değişmeyen tek şey, değişimin ta kendisi,” demiş. Ben bayılırım bu lafa. Ne kadar da haklı diye ara ara düşünürüm. Ha, bu lafın üstüne daha derin, daha etkileyici bir şeyler söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Ben okulu bırakana kadar felsefe derslerinde gördüğümüz en afilisi buydu. Okuduğum bir şiirde de aynılar değişedurur diye bir ifade vardı. İnsanın hakikaten böyle cümlelere ihtiyaç duyduğu oluyor bazen. Özellikle, alabildiğine yağmurlu bir günde botlarınız hafiften su alıyorsa ve çoktan yarısına kadar dolmuşsa ve okulu bırakalı tam iki sene olmuşsa. Düşünüyorum da, o gün yerlerde birikmiş yağmur sularını üstüme sıçratan arabalara içimden küfrederken bile sahiplerine ayıp olmasın diye küfrün dozajını özenle ayarladığım bu laflar, bir yerde insan için vakit geçirmek için iyi de bir alternatif. Böyle sözler üstünde hiç yorulmadan saatlerce düşünülebilir. Ve bu saatlerin sonunda da nasıl olsa her şey bir yerlerde, birilerince düşünülmüştür zaten diye tüm beyin fırtınalarının üstüne bir sifon çekilip yaşamaya devam edilebilir. İnsanların pek çoğu böyle yapar. Ben bundan pek haz etmem. Yapmam demiyorum, elbet yapmışlığım da vardır ama yaptığım her şeyi severek yapıyorum diye bir şey yok. Ben, düşündüklerimin ve vakit buldukça -herkesten gizli gizli- yazdıklarımın içinde bir atom parçası kadar küçük bile olsa özgünlüğü yakaladığıma inanırım. Sevdiğim gibi yaşamıyor olabilirim ama inandığım gibi de yaşarım. En azından elimden geldiğince.
Okulu bırakırken kendimi ikna etmemde bana yardımcı olan birçok sebep vardı. Bu sebeplerden en haklısı da, bu yolun bir yere gitmiyor oluşudur. İnsanlarca kabul görmüş meslekler içerisinde ilgimi çeken ve koca hiyerarşi piramidinin en alt katından kendimi oyuna dahil etmeme sebep olabilecek hiçbir alternatif yoktu. Şair veya felsefeci olmak KPSS’de belli bir puana tabi olsaydı eğer, durum böyle olmazdı tabi. Ama insanoğlunun bu konuda gideceği daha çok yol var. Bence şairlik, gerçek bir meslek ilan edilecekse bir gün, haftanın en az iki günü sabahtan öğlene dek sahile gitme izni olmalı. Ben aklımda yazıp da kağıda dökünce bozulmasından korktuğum ne kadar şiir varsa sabah sakinliğinde, sahilde yazmış bir kimseyim. Şairlik meslekten sayılmıyor ama sayılsaydı şairim derdim. En kötü, şair adayıyım sınava hazırlanıyorum derdim. Ama dediğim gibi değilim. Ben, okulu bırakmasının üzerinden iki sene geçmesine rağmen aylardır boş beleş dolaşması birilerine batmış olacak ki kendime iş bakmaya başlamış, bir de görüşme ayarlamış bir kimseyim. Ama dediğim gibi, kesinlikle şair değilim. Eğer olsaydım, şiirlerimin görülmesinden deli gibi korkmazdım. Olsaydım eğer, bunu herkesten saklasam bile sizden saklamazdım. Aramızda böyle şeylerin lafı olmaz.
Herkesten saklamak derken, hazır vaktimiz varken size bir anımı anlatayım. Ben lisedeyken, yani bu şairlik sevdalarına filan yeni başlamışken inceden hoşlandığım bir kız vardı. Prensip olarak aşk şiiri yazmadığım, kafamda tasavvur bile etmediğim için başka kavramların, nesnelerin içine saklardım onu. Sabahları tek başıma okuldan kaçıp sahillerde sürtmeye de o zamanlar başladım. Baktım ki herkes aklında, kalbinde ne varsa denizin şeffaf mavi kapağından aşağı bırakıyor, ben de öyle yapmaya karar verdim. Bunun için de sakin, dinlek saatler olan sabah saatlerini seçtim. Sabahları matematik, fizik dersleri filan oluyordu zaten biraz da onlardan kaçmak için sabahı seçtim. Mesela bir cümle vardı o dönemlerde yazdığım; şöyle bir şeydi, “Eğer hayat bir yolculuksa, kaptana yakın olan birisi iletebilir mi; biraz daha yavaşlarsak duracağız.” Bu cümle matematik dersinde, sabah derslerinden biriydi, konu anlatılırken kitap okuduğum için dersten atıldıktan hemen sonra aklıma gelmişti. Bir insan böyle bir dersten neden kaçmaz ki? Okulu bırakma yolundaki ilk adım matematiğin yardımlarıyla atıldı, son adımsa hoşlandığım kızın ölümüyle. Benim içine sakladığım kavramları beğenmemiş olacaklar ki aldılar bir tabutun içine sakladılar, biraz rahat etsin diye de toprağın altına gömdüler. Bu konu hakkında pek de konuşmak istemiyorum, ölüm hakkında ne söylenebilirse söylenmiş sanırım herkes olduğu gibi kabul ediyor çünkü. Ben bazı zamanlar edemesem de kalabalığın içinde pek dillendiremiyorum. Zaten dillendirdiğim ne kadar cümle varsa pek azı kalıyor benimle. Kalanların hepsi kayboluyor. Bilmediğim bir yere gidiyor, topyekün değişiyorlar. Belki de Heraklitos’u bu yüzden tutuyorum. Değişimin ne bok olduğunu kısadan anlattığı için. Benim, girmeye cesaret edemediğim yolun köşe taşlarından olmayı başardığı için.
Pederde cukka sağlam olsa da, “Bu kadar itlik haytalık yeter. Ya kendine iş bul ya da ben sana bulmasını bilirim,” diyeli iki hafta filan olmuştu. Benim peder, dediğini yapan cinsten bir adamdır. Baktım bu sefer kaçışı yok, o bulacağına ben arayayım dedim. Bu devirde iş bulmak zor. Her arayan bulmuş mudur bilmem ama arayan illaki bilir. Hele ki okulu bırakmış biri olarak iş bulmak hayli zordu. O yüzden artık ret cevabını ala ala bu cevabın bünyemde uyandırdığı tokat etkisinin yerini alışmışlığa bıraktığı sıralarda Kadıköy’de küçük bir kafenin gelin görüşelim yanıtı, bünyede şaşkınlık etkisi yaratmadı desem yalan olur. Gerçi, paraya kıyıp kendisine internet sitesi açtıran, o siteye de Kurumsal Kimliğimiz, Misyon-Vizyonumuz, Tarihçemiz gibi başlıklar ekleten ama kasiyerinin de müşteri yokken internetten Ezel izlemekten geri kalmadığı nice küçük işletme de gördü bu gözler. Yine de hiç kimseye karşı ön yargılı olmamak gerek. Ben de bu yüzden kabul ettim görüşmeyi, birkaç gün sonrası için sözleştik.
Ertesi gün, öğle ezanını beş on dakika ya geçmiş ya geçmemişti, evden çıktım pederin yanına gittim. Evvelki akşam görememiştim, iş görüşmesinin haberini vereyim dedim. Babamın, eve yürüme mesafesinde ufak bir börekçi dükkanı var. Mahallenin esnafı, öğrencisi filan takılır genelde. Kahvede midir diye de ikilemdeydim bir yandan ama dükkandaydı. Mekanın soluk yeşil çerçeveli cam kapısını açıp “Selamünaleyküm,” dedim. Kapının sağında kalan sobanın sıcaklığı, kapıyı açar açmaz suratıma çarpıp yayılmaya başladı. Kapının üstünde asılı olan kartı düzeltip “AÇIK” yazan yüzü dışarıya çevirdim.
Babam, kapının gıcırtısıyla kafasını ahşap tezgahın üstünde kestiği kır pidelerinden kaldırdı. Beni görünce gözlerindeki heyecanı mı diyeyim gerginliği mi, o canlılığı kaybetti işte. Önündeki pidelere dönerken,
“Aleykümselam, hayırdır?”
“Camiden çıktım uğrayayım dedim,” dedim, güldüm.
“Siktir lan. Senin ne işin olur camiyle.”
Pidelerin kesimi bitince iki parça börek koydu önüne, onları kesmeye başladı.
“Sen de şakadan hiç anlamıyorsun, poğaçan var mı?”
“Yok.”
“İş görüşmesi ayarladı oğlun kendine, öyle hakkımızı yiyorsun ama…”
Yüzünün ifadesinde öyle radikal bir değişim olmadı. Kafasını kaldırdı, e nihayet der gibi bi’ bakışla,
“Hayırlı olsun. Ne işi, nerde?”
“Kadıköy’de ufak bi’ kafe. Olur mu bilmiyorum, gel görüşelim dediler. İki sakal at da üstüme başıma bir şeyler alayım, zaten ofsayttayız bari üstümüz başımız düzgün olsun.”
Anında aksileşti, tabii ki tahmin ettiğim gibi.
“Ağzını topla da iyice dağıttırma bana, ne kadar lazım?”
“Ne bileyim, iki yüz lira ver sen ne olur ne olmaz.”
“Yok ebeninki, al şu yüzlüğü yeter bu sana. Sağa sola yedirme doğru dürüst harca. Üstünü de harçlık yaparsın…”
Lafına devam edecekti, vazgeçti. Hadi rastgele, deyip dükkandan çıktım. Mahallenin ana caddeye indiği yoldan minibüse binip Beşiktaş sahiline indim. Elli liralık bira, iki paket de fıstık aldım. Vapur iskelesinin az ilerisinde deniz dibi bir banka çöktüm. Gün karşımda batıyor, soğuk ince ince kanıma giriyordu. Biraları ardı ardına içip fıstıklara pek de dokunmadan aklımın içinde kovanlarına taş atılmış gibi vızıldayıp duran düşünceler içinden kendini açığa çıkaran cümleleri seyrettim. Dışa vurulmadıkça çok daha güzellerdi. Bu cümlelerin doğuşunu seyretmek, bir insanın tanık olabileceği en özgün doğa olayıydı. Değişimin, dinamik olarak gözümün önünde anbean cereyan etmesiydi. Bu da aranıp duran zihnimi bir süreliğine yatıştırmaya fazla fazla yetiyordu.
Gün ve geceler, geleceğe duyulan endişeler ve geçmişe yapılan sorgulamalar eşliğinde birbirini takip etti durdu o günden sonra. Kafeyle görüşeceğim günün sabahında babamın bağırışlarıyla uyandım. Bana değil, tek maçtan yatan bahis kuponuna. Dışarıya baktım, deli gibi yağmur var. Elimi yüzümü yıkayıp üstümü giyindim, sıkı giyindim, küheylan gibi koca gövdesine yaşına başına bakmadan koltukta sinirinden debelenen herifi arkamda bırakıp evden çıktım. Beşiktaş’tan vapurla Kadıköy’e geçerken camda tutunup yavaşça aşağı süzülen yağmur damlalarını seyrederken uyuyakalmışım.
Kadıköy çarşısında görüşme için kafeyi ararken soluklanmak için biraz duraksadım. Yağmur suları, eğimli beton patikadan anayola doğru süzülüyordu. Tam o esnada, ağzında kalmış 3-5 dişiyle, eski bir ceketin altına yırtık pırtık bir şort ve uzun çoraplar ve kauçuk rengi bir terlik giymiş, kıvırcık saçlarını kafasındaki berenin bile tertip edemediği orta yaşlı bir adam yalpalayarak birkaç adım attı, sağ çaprazımda kalan kuruyemişçinin tam önünde durdu. Buz gibi havaya rağmen şortun dizlerinde bittiği bacakları biraz olsun titremiyordu. Islanmasın, pislenmesin filan diye plastikten kapaklarla üstü kapatılmış çerezlere şöyle bir baktı, cevizlerin kapağını açtı. Müdahale edeni yoktu. Sol eliyle plastik kapağı tutuyordu. Sağ elini daldırıp bir avuç kabuklu cevizi tuttu çıkardı. Peltek sesiyle bağırarak,
“Kaç para karrdeşim bu avucumdaki cevizler?”
Kasiyerin, adamdan daha önce de çok çektiği belliydi. Sakin ve bıkmış bir ifadeyle,
“Bırak Cengiz şu cevizleri, yürü git işine Allah’ını seversen.”
Sol elindeki plastik kapağı cevizlerin üstüne bırakıp elini cebine daldırdı, buruşmuş ve ıslak bir beş liralık banknot çıkarıp sallamaya başladı.
“Parasıyla değil mi karrrdeşim! Parasıyla. Ee, o zaman?”
Adam daha fazla uğraşmak istemedi, “İyi,” dedi, “Al git Cengiz o cevizleri. Beş lira parası.”
Bunu duyunca gözleri projektör gibi açılan herif, meczup mudur nedir, saniyesinde banknotu sol cebine koyduğu gibi kapağı açıp iki avcuna alabildiği kadar cevizi aldı. “Allaaaaaahh!” diye bağırarak ve dişsiz ağzıyla kahkahalar kopartarak kalabalığa çarpa çarpa, cevizleri döke döke aşağıya koşturdu. Tezgahtar cevizlere doğru gelip ortalığı düzenlerken, birbirine bakan dükkanların arasından aşağı koşturan Cengiz’in arkasından “Orrospuçocuu…” diye söylendi. Kendince haksız sayılmazdı.
Böyle durumlarda olayı seyreden veya yorumlayan hemen herkese göre kesin haklı ve kesin haksız bir taraf durumu söz konusu olur genelde. Bu tabloyu gören ne kadar insan varsa, hemen hepsi tezgahtarın ne kadar haklı ve Cengiz’in ne kadar üçkağıtçı olduğunu düşünebilir. Ben de ilk başta böyle düşündüm. Ama aradan birkaç dakika geçtikten sonra dank etti. Üstün Dökmen’in hiç unutmadığım bir lafı var, “Hiçbir çatışmada yüzde yüz haklı bir taraftan söz edilemez. Bunun gerçek olması için taraflardan birinin yüzde yüz haklı olduğu iddia edilirken, diğeri de yüzde yüz haksız olduğunu kabul etmelidir. Aksi takdirde ortaya matematiksel bir yanlış çıkar,” diyor. Cengiz kahkahalar ve bağırışlar içinde koştururken hiç de haksız olduğunu kabul edecek gibi görünmüyordu. Ağzında cevizleri kıracak doğru düzgün diş bile yokken sırf piçliğine, inadına, kafasına estiği gibi davranmıştı. Doğrusu, şahit olduğum birkaç dakika beni tahmin ettiğimden çok daha fazla etkiledi.
Birkaç dükkana sorarak yerini bulduğum kafenin cam kapısı, bordo renkli brandadan ötürü yağmur damlalarından korunmuş. Çarşıya bakan üç beş masanın biri doluydu. İçerisi de sinek avlıyordu ama dışarıya göre nispeten daha kalabalıktı. Kasaya gittim. Rahat, hatta yavşakça denebilecek bir tavırla iş görüşmesi için geldiğimi söyledim. Telefonda konuştuğum, iş talebimi “gel görüşelim,” diye geçiştiren adamı çağırdı kasadaki arkadaş. “Hoşgeldiniz,” dedi beni geçiştirmiş olan adam, üst katı gösterdi, “şöyle geçelim.”
Kafenin üst katında in cin top peşinde tabi. Ortalara doğru iki kişilik bir masaya o önde ben arkada yürüdük, karşılıklı oturduk. İlk başta, bir şans vermeyi düşündüğüm bu küçük kafe de köklü kuruluş tribindeydi, daha tek soru sorulmadan anlamıştım bunu. Nereden anladın diye soracak olursanız, duvarda asılı misyon-vizyon-tarihçe başlıklı çerçevelerin altında asılı geyikli halı, bir açıklayıcı olarak gayet yeterliydi. İlk soru çalıştığım yerden geldi.
“Başarısız olduğunuz bir zamandan bahsedebilir misiniz?”
“Tabii ki. Bir başarısızlık öyküsü olarak dünyada şimdiye dek geçirdiğim 20 seneyi baştan sona anlatıp başınızı şişirmek istemem, o yüzden lise dönemimden bahsedeyim. Lisede edebiyattan, felsefeden ve eşit ağırlık sınıfındaki Aybüke’den hoşlanıyordum. İkinci yenilerle çok anlaşamadım, benim yanımda rahat edemiyor şifreli konuşuyor gibilerdi. Heraklitos’la çok muhabbetim olmadı ama aramız iyiydi. Aybüke’yle bir gün muhabbet etmek istedim, en azından arkadaş olarak. Yeterince arkadaşım var dedi. Felsefeden kaldım, edebiyatı sınırdan geçtim. Aybüke’nin de arkadaş sayısı kadar yeterli ömrü yokmuş, bir gün dimdirekt öldü. Kalp dediler. Hepsine tamam dedim. Hayatta çok fazla vaziyeti reddetme şansım olmadı. -Üzerinize afiyet biraz deterministim de.- Elimdeki reddetme haklarını da idareli kullanmaya çalıştım, birini okumayı reddederek kullandım. Lise hayatım böyle bitti. Üniversite hayatım tahmin edileceği üzere olmadı. Okuma alışkanlığım da olmadı ama şiir severim. Anlamasam da severim. Büyüyünce şair bile olabilirim. O derece.”
Karşımda erken yaşta beyazladığını sandığım saçların altında memnuniyetsiz bakışlarla beni süzen gözler vardı. Adam, ya diğer cevaplarımı sarkastik bir merakla beklediğinden ya da bu soruları tamamlaması üzerine emir kulu olduğundan, bir şey eklemeden yeni soruya geçti.
“Bir zaafınız var mı?”
“Hayır. Ama birkaç korkum var. Babamın börek kestiği bıçağın şakağıma dayanmasından, gök gürültüsünden, köprülerin altından geçmekten ve şiirlerimin bir gün birilerince okunup fark edilmesinden korkuyorum. Bir de arada Tanrı’dan korkuyorum ama onu zamanla aştım gibi, insan bilmediği şeyden korkar çünkü.”
“Neden burada çalışmak istiyorsun?”
“Ara ara deniz kenarına kaçıp, dibini boylayacağım günü hayal etmesi daha rahat olur diye. Ha, bir de tecrübeden sayarlarsa, şairliğe girmeden önce görüşmede iş tecrübesi diye saymak için. Ama o konuda insanlığın gideceği daha çok yol var. O yüzden ilki daha baskın.”
Kafasını, ahşap sandalyeyi kaplayan sırtıyla eşzamanlı olarak ileri geri salladı. Sandalye tak tuk etti. Bana bir gülme geldi. Tuttum kendimi. Ne koca gövde ama. Küheylan gibi. Adamın yüzündeki ifade ne kızgın, ne üzgün, ne de sevinçli. Konserve ton balığı gibi soğuktu. Buz gibiydi. Tam da bir profesyonel gibi.
“Motivasyonunu arttıran şeyler nelerdir?”
“Pas.”
“Beş sene içinde kendini nerede görüyorsun?”
“Göremiyorum, kör oldum!”
“İki kere iki?
“Dört.”
“En büyük?”
“Beşiktaş da bu sorunun muhatabı ben miyim kardeşim?”
Sabrı taşmış olacak ki, “Siktir ol git lan, billur geçiyor bizimle göt oğlanına bak!” filan diyerek kovdu beni. Dövmediğine dua etmek lazım. Ben de Kadıköy sokaklarında yağmurun dinmesini fırsat bilip gideceği yerlere ulaşmaya çabalayan kalabalığa karıştım. Bir an sırtımdan yukarı doğru bir rahatlama hissettim. İçimden geldiği gibi davranmayalı ne kadar uzun zaman olduğunu fark etmiştim. Hani uzun süre bir pozisyonda oturursunuz, ayağa kalktığınızda bir uyuşma gelir ya, öyle bir rahatlama. Kuruyemişçiye uğradım. Otuz liralık karışık kuruyemiş aldım. Sağa sola sığınmış, yağmurun dinmesiyle yeni yeni açığa çıkan dilencilere ikram ettim. Derin nefesler alıyor, dibe vuruşumu kendi içimde kutluyordum. İnsan başarılarını kalabalık halinde, başarısızlıklarını tek başına kutlar. Ben de elime bir not defteri geçirdim, bir de babamın bahis oynarken kullandığı sarı tükenmez kalemlerden. Kafeden araklamıştım. İlk şiirimi yazmadan önce kalemin ucuna hohladım, vapurun geliş saatine baktım ve iskelenin duvarının dibine çöktüm. Kalemi kağıdın üstünde gezdirmeye başladım. Yazdım, yazdım. Tam ilk şiirimin son kelimesini yazıp bitirecekken birden vakit tamam oldu. Bir karahindibaya üflendi, püf diye bitti rüya. Birden uyandım, başımda babam. “Kalk börekçiyi aç lan it herif, saat kaç oldu.” dedi. “Şimdi kalkıyorum,” deyip sırtımı döndüm, yüzümde kocaman bir gülümseme. Yastığımın altındaki fıstık kırıntılarına, sakladığım tonla kağıda, üstlerinde yazılı şiirlere bir de Heraklitos’un duvardaki silik resmine baktım. Babam, siz ve tüm dünya bilmiyordu ki ben bu rüyayı gördüğüm gece hiç uyumadım. Hem de hiç.
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.