Görkem Çolak
Öykü
25 Kasım 2021
İlk defa nöbetçi öğrencilik vazifesini üstlenen Samet, okul binası içinde fakat kendi evreninin dışında yaşanan ve pek sık şahit olmadığı manzaraları seyrededurur. Bu esnada kulağına gelen gürültüler onu pencereden dışarıya yöneltir. Okulun sırtındaki semt pazarında bir arbede yaşanmaktadır.
Samet, bitişiğinde, dirsekleri masasına yaslı müdür yardımcısının, önünde yığılı kâğıtları imzalamasını bekliyordu. İşi biten kâğıtlar, masanın öte yanına atılıyordu. Samet ise ara sıra çaktırmadan kâğıtlara göz atıyor; kimisinin bir evrak, hatta dilekçe olduğunu anında anlayınca sevinçten keçeye dönmüş parmaklarında kalan ölü deriyi soyuyordu. Dilekçe nasıl yazılır, bunu daha üç gün evvel öğrenmişlerdi sınıfça. Sağ üst köşeye tarih, sağ alt köşeye de imza atılacaktı; masada uçuşan kâğıtların cinsini tanımak için bu kadarı yeterdi. Geçen ay, evlerinde bir akan, bir kesilen sulardan ötürü ana-babası oturmuş Su İşleri’ne dilekçelerini yazarlarken o da araya girmek, hayatın paralel akımına çomak sokmak istemişti. Ne ki, peder bey onu elinin tersiyle ittirmiş, “Çekil oğlum şuradan, fazladan kâğıdımız olduğunda sen de yazarsın,” diyerek açık çeki elden teslim etmişti. Demek ki bir fazladan kâğıt gerekti, bir de nizamî yazmayı bilmek. Şimdilik bir dilekçeyi öteki binbir çeşit evraktan ayırmak, en az yolun yarısı ederdi. Yarın bir bakmış, kendini Su İşleri’ne dilekçeler yazar hâlde bulmuş olabilirdi; umduğu da oydu ya. Öteki kâğıtlarda ne yazdığını bilmiyor, pek de ilgilenmiyordu. İmza işi o denli uzadı ki odada vızıldayan sinekler bile müdür yardımcısının arkasında yükselen camlı dolapta istirahate koyuldu. Kâğıtlar tükendi. Müdür yardımcısı devasa göbeğini elinde taşıyarak arkasına yaslandı, kalın kaşlarını konuşturan tok sesiyle çocuğu soruşturmaya koyuldu.
“Sen daha önce nöbetçi olmadın, değil mi? Hangi işler yapılacak, biliyor musun?”
“Biliyorum öğretmenim. Sınıf defterleri dağıtılacak, öğretmenler isterse tebeşir götürülecek, fotokopiler çektirilecek.”
Kaşlarını çattı göbekli bey, “Başka?”
Samet birkaç saniyeliğine donakaldı, duvar saatinin tik takları kulağında patladı, sonra da cılız ciğerlerine hava doldu, “Heh, bir de son dersin bitmesine tam yirmi dakika kala sınıf defterleri toplanacak, size getirilecek.”
Bu defa tombul yanakları salınmış, rahat görünüyordu müdür yardımcısı, “Aferin, al bakalım bu kartı; bütün gün yakanda olacak unutma. Sınıf defterleri arkandaki dolapta.”
Samet çabucak ayağa kalktı, en az kırk dakikadır kıpırdamadan oturduğu için bacaklarının nasıl fena uyuştuğunu dışarıdan sezmek kolay değildi. İp gibi yürüdü, sınıf defterlerini sırtlandı. Tam çıkacakken müdür yardımcısının “Baksana,” ikazıyla kapıda durdu. Elindeki deri kaplı defter bloğu, simasını siyah saçlarına dek kapatıyordu. “Sizin kattan üç hoca tebeşir isterse, dördüncüye ‘Hemen bakıyorum,’ deyip birkaç dakikalığına kaybol, tebeşir varsa bile geri dönüp ‘Kalmamış öğretmenim’ diye haber ver. Su yakmıyor bu okul. Anlaştık mı?” Henüz aldığı hiçbir emirde mantık aramayan Samet, alelacele “Anlaştık öğretmenim.” dedi ve başıyla selâm vererek odadan çıktı. Dakikalardır ayrı kaldığı koridorun rutin esintisine kavuşunca uyuşan sinirleri çözülmüş, vücudu yaşadığını anımsamıştı. Samet, adımladığı koridorun, tıpkı müdür yardımcısının zihniyeti gibi etraflı bir badanaya muhtaçlığıyla ilgilenmiyor, elindeki defterlerle sınıflara doğru aşina olmadığı bir gururla yürüyordu. Ardında kalan odadaki sinekler, kalın ciltli Milli Eğitim mevzuatından yedikleri iki darbeyle tahtalı köyü boylamışlardı. Tek kâğıt mendil, ikisinin de ciltte kalan kanını temizlemek için cildi yaladı ve çöpü boyladı.
Görkem Çolak
Şu nöbetçilik, diye düşünüyordu Samet, hiç de sınıftakilerin anlattığı gibi değilmiş. Hem derslerden de kaytarmıştı. İlk defa öğretmen zili çaldığı esnada koridorda kalma izni vardı. Ayrıca bir yetkin, sana tahsis edilmiş bir alan oluyordu nöbetçiysen. Bunları düşündükçe koltukları kabardı. İlk dersin sonuna doğru, sınıflardan sekerek kulağına varan sesler, yüreğine çiğ bir heves düşürdü. Defterleri dağıtırken sürüyle sınıf görmüştü; kimisi soğuk ve havasız, kimi cillop gibi, kimisi de Medrano Sirki’nden farksızdı. Her bir derslikte bulunmayı, tüm çocuklarla tanış olmayı diledi. En çok da C şubesinde öğretmen çocuklarıyla birlikte okumayı arzu etti; zira tam da tahmin ettiği gibi, en güzel sınıf orasıydı. Boyun bükecek bir şey yoktu ya, öğretmen çocuklarının sınıfına heves etse dahi giremeyeceğini biliyordu. Bucaksız düşlere dalmışken teneffüs zilini duydu, yok oldu gitti aklında ne vardıysa.
Ardışık dizili demir kapılar ardı ardına tekmelendi, çocuklar tazyikle koridora döküldüler. Az evvelki endişesinin yerini can sıkıntısı aldı Samet’in. Artık koridorda tek başına değildi. Dilediği zaman arka bahçeye, kantine inebilmek herkese mahsustu artık, on dakikalığına bile olsa. Kıskandı bu kolektif özgürlüğü. Paydos zili kulaklarını çınlattığı gibi, hem sıra arkadaşı hem de ekürisi Sercan, Samet’in yanında bitiverdi. Hatırlanmak, o yaşta dahi biricikti. Neşe, Samet’in girift hâlindeki hislerinin arasında parıldadı. Oysa Sercan’ın asıl derdi, ertesi hafta ilk defa kalkışacağı nöbetçiliğin aslını astarını öğrenmekti ya, çaktırmıyordu. Nasıl gidiyor, neler yapıyorsun, diye soruverdi. Dağınık kaşlarının altında Kütahya çinisi gibi açılmış kara gözleriyle Samet’i pürdikkat dinliyordu. “Pek bir şey olmadı. Arada sırada tuvalete gidenler oldu, önümden geçerken hiç konuşmadılar, anca kaş göz yaptılar,” diye güle oynaya anlatadurdu Samet. Fakat raporu yavan geldi Sercan’a. Çocukcağız, istediğini alamayacağını anladı. Gönülsüzce, niye ki, diye restore etti sorusunu. Samet, tam da “Ne bileyim, gören eden olur zannettiler herhalde…” diyecekti ki, Sercan lafına okkalı bir sümsük vurdu, “Aman! Boş ver gitsin. Teneffüs bitecek az kaldı, su almam lâzım. Gelirim gene,” deyiverdi, gelmeyecekti, merdivenlerde kayboldu. Gözden ırak olasıya dek ensesine uzanan saçları, merdiveni gören pencereden vuran ışıkla, Marina Bay aslanının yelesi gibi parıldayıp durdu.
Sınıflar yeniden sakinleştiğinde sabahki endişesini çoktan unutmuş, hatta bunu unuttuğunu dahi unutmuş, yalnızca duvar saatiyle kesişiyordu Samet. Canı sıkılmış, önündeki ders kitabının saman kâğıtlarını saran kırmızı kapağındaki ‘TÜM DERSLER’ yazısını siyah keçeli kalemle boyuyordu. İşinde titizdi. Sağ kaşının az ötesindeki sınıfın kapısı pat diye açılana dek gürültüleri fark etmedi. Kapının ardından çıkan, aslen tanımadığı fakat seyrek saçları ve vatkalı ceketinden aşina olduğu iskelet gibi bir öğretmen, “Sallanma, yürü şöyle!” diye burnu patlamış bir çocuğu çekiştiriyordu. Sanki Samet orada değilmiş gibi, tarafına bile bakmadan nöbetçi masasının önünden yürüyüp gittiler. Hoşlanmadı bu işten Samet, önündeki kitabı boyamaya koyulurken, “Cetvelin ayarını kaçırmasaymışsın sen de…” diye düşündü, kendi kendine kikirdedi. Dayak yiyen çocuk kendisi olmadıkça gülmekten geri kalmazdı.
Okulun ikinci katında işler tıkırında gidiyor, gün sessiz sedasız akşama doğru sızıyordu. Ne müdür yardımcısının bahsettiği tebeşir talebiyle karşılaşmıştı, ne de torpilli sınıfa aksak bir heves duyuyordu. Önündeki kitabı boyamayı bitirmiş, nöbetçi masasının bitişiğindeki pencereden sokağı izlemeye koyulmuştu. Puslu manzarayı seyrederken kurduğu düşlerde bulutların üzeri dantelli örtüler, sokak direkleri disko toplarıyla süslüydü. Pencerenin çerçevesinden saçlarına düşen su damlaları bile dikkatini bozmaya kabil değildi. Disko toplarını canlı görmemişti daha evvel, televizyonda seyretmişti. Metal kürenin içine bir dünya rengin nasıl sığdığına aklı ermiyordu; nitekim öğrenmeye niyeti de yoktu. Dili yanmıştı bir defa. İki ay evveline kadar elektrik mühendisi olmak istediğini eş, dost ve akrabadan kimi bulursa deklare etmiş, fen bilgisi dersinde elektrik devrelerini işledikleri gün ise dünyası başına yıkılmıştı. Elektrik hiç de babasının anlattığı gibi hokus pokusla salonlarına gelmiyordu. Gerçi, kimi günlerde hokus pokus da fayda etmiyordu lambalarının yanması için. Dilekçeler yazılmalıydı yine, bir ton iş. Bu elektrik işi daha ilkokulda bu kadar zorsa, bunun mühendisliği becerilecek gibi değil, diye düşündü, yol yakınken vazgeçti. Bu defa kararını kimselere söylemedi. Artık bilmemek daha yeğdi, bıraksındı da o renkli küre nasıl ediyorsa dönsündü. Bildikçe daha da geriliyordu insan, kelimenin her manasıyla.
Samet, işi de yokken düşlerinde dolanadursun, gözlerini diktiği manzara o gün esaslı bir keşmekeş içindeydi. Semt pazarı, ilkokulun sırtında uzanan otoyol üstünde kurulmuş, kaynıyordu. Yaşlı kadınların adımları para bozdurmaya koşturan çırakların hızını kesiyor, asfaltın üzeri envaiçeşit meyve, sebze kabuğuyla rengârenk boyanıyordu. Semt sakinleri elbette iki karışlık pazar yerinin mahalli eşrafını biliyor, malı kelek çıkanı da gözünden tanıyordu, fakat tezgâhında kazağından gömleğine renk renk kıyafetler satan Trikocu Halis’in yeri başkaydı. Öyle ki, sırf Halis’in nükteli naralarını işitmek için pazar yerini arşınlayan bile çıkardı. O gün de sabit köşesinde, Samet’in nöbet kulesinin tam karşısında tezgâhına çıkmış, vatandaşa sesleniyordu. Neredeyse lokal bir espriye dönüşmüş “Canlarım canikolarım, tanesi elliden trikolarım!” nidaları bazen Samet’in kulağına değin ulaşıyor, o da köşesinde kıs kıs gülüyordu.
Halis’in tezgâhı, ödeme sırasını bekleyen müşterilerle cıvıl cıvıldı. Kimisi kendine, torununa, kimisi de kocasına kazaklar, tişörtler seçmiş; hepsi de rengârenk, ellerinde parıldıyordu. Havanın pusuyla, eli kulağında yağmurla besbelli kontrast içindeydiler. Civar esnafı, ellerindeki demode kıyafetlerle sinek avlarken, Halis ise tezgâhının tepesinde göründüğü gibi ortalıkta bir nümayiş başlıyordu. Trikocu Halis’in seneler sonra sektörel toplantılara çıkıp nasıl it gibi çalıştığını, her pazartesi sabahı Toptancılar Çarşısı’na gün aymadan varıp en afili, janjanlı parçaları topladığını anlatacak hâli yoktu. Ötekiler gibi toptancının kapılarına bıraktığı iki parça uyduruk kıyafetle yetinmediğini kendisi bilse yeterdi, nitekim ayinesi de işiydi. Kitap, defter işlerini ilkokulda topyekûn bırakmasa bankalara genel müdür olacak adamdı.
Senelerden beri her pazar curcunasında Halis’e ve tezgâhındaki medcezire alışık olan ahali, aynı tezgâha tebelleş olan mütecaviz bakışları da artık yadırgamaz olmuştu. Yalnız tekstilciler değil, sinek avlayan bütün esnaf arkasından sayıyordu Halis’in. Onlara kalsa, Halis’in tezgâhından kendine abuk subuk üst baş alan vatandaşın nektarine ayıracak parası kalmıyordu. Bir nevi hipnoz yöntemiydi bu rengârenk tezgâh. Eli para gören bir Halis değildi elbet, fakat pazar yerinde para kazanıp, arkası kalın olmayan başka adam bulmak da olası değildi. Hâl böyle olunca, adamcağızın arkasından binbir iftira savurmak işten bile olmuyordu. O gün de Samet’in fırsat buldukça görevinden kaytarıp seyre daldığı ve düşlerinde alacalı disko toplarıyla süslediği tezgâh, civar esnafın nazarıyla sınanıyordu. Halis’in karşı çaprazında tezgâhını kurmuş Turşucu Turan, bir an oldu ki, hışımla doğrulduğu gibi önü kalabalık tezgâhın berisinde bitti. Kollarına vekâleten kuvvet gelmiş gibi alelacele lafa girdi.
“Ayıp olmuyor mu kardeşim, sabahtan beri yok caniko, yok maniko? Anamız, bacımız dolaşıyor bu pazarda!”
Arka cebinden çıkardığı para destesinin içinde yirmilik banknot arayan Halis, ilkin Turan’a saliselik bir bakış fırlattı, önüne döndü. Sessizce para üstünü denkleştirdi ve eli havada bekleyen yaşlı bir kadına parasını teslim etti. Ardından Turan’a dönüp şöyle söyledi, “Senin anan bacın dolaşıyor, benimkisi dolaşmıyor mu? Sen de, ben de ekmek peşindeyiz Turan kardeşim. Zoruna giden nedir?”
Turan gözlerini tepeye dikmiş, aslında hiç dinlemeyip yalnız lafının bitmesini beklemiş gibi daldı lâfa, “Başlatma kardeşine, pazar yerini ibine vitrinine çevirttirmem lan!” diye detone sesiyle gürledi. Onun lafı biter bitmez kalabalıkta Gömlekçi Haşim belirdi, bu defa o lafa girdi: “Açılın lan!” Hengâmenin ortasına düşen kalabalık huzursuz olmuş, dört yana dağılmaya başlamıştı. Halis bu defa tezgâhından inmiş, çırağını alelacele bir yere yollamıştı. Turan ve Haşim’in arkasındaki esnaflar birer ikişer arttı, gün boyu sinek avlayan kim varsa toplaştı. Halis iki adım öne çıktı, tiz sesi bile cümlelerini inceltemiyordu, “Hayırdır canım, bir oldunuz da bana mı palazlanıyorsunuz? Topunuzu toplasam bir adam etmez, hangi birinizin suratına bakayım?” diye çıkıştı. Samet sesleri koridordan duyup cama çıkmış, dışarıdaki itişmeleri bir başına izliyordu.
Halis bu defa Turan’ın önüne dikilmişti. Kalbi delicesine atıyor, terliyordu. Meymenet yoksunu suratlar birer ikişer toplanmış, aralarına bilinmedik simalar da karışınca koca bir gruba dönüşmüşlerdi. Belli ki dışarıdan da adam çağrılmıştı. Halis’in karşısına dikilmiş ayrık sesler yoktu, tümü bütünleşmiş ve hasta, iş görmez bir beden olmuşlardı. Bir esnafın anlık öfkesi altına beceriksizce sakladıkları planı bir an evvel nihayete erdirmeye niyetlilerdi. Civarda kimseler kalmamış, pazar yeri Kuzey Dakota’ya dönmüştü.
Karşılıklı ağız dalaşı epey sürdü. Halis’in etrafını sardılar. Deri montlu, kaba kazaklı gövdelerin arasından bir el gözüktü aniden, Turan’la itiştiği sırada Halis’in karnına iki el ateş etti. Bağırtılar sirenlere, ayak sesleri “Beter ol!” ünlemlerine karıştı. Hademesinden müdürüne bütün okul, pencerelere dökülmüş, olan biteni nefessiz izliyordu. Samet ise görevi başında, nöbet kulesindeydi. Halis’in karnından boşanan kanın bir kısmı tezgâhtaki trikolara bulaşmış, kalanı yere döşeli meyve kabuklarının üzerinden yokuş aşağı akıyordu. Halis’in çırağı geldiğinde ustasını yerde buldu; elindeki işe yaramazdı artık. Yere yıkıldı ufaklık, nutku tutuldu. Tetiği çeken parmakların sahibi çoktan topuklamıştı. Başıboş balık tezgâhına üşüşen martı sürüsünden başka şahit yazacak tek adam bulamadı polis memurları, semtin dört yanından kırkbeş kişi ifade verdi, fail bulunamadı.
Akacak kanı durdurmakla görevlendirilenler, akıttıkları kan kadar anılırlardı. Samet bunu daha kibar tabirlerle, hayat bilgisi dersinde öğrenmişti. Öğretmen Bey bu konuyu anlattığı sırada sınıfın kaloriferi çalışmıyor, içeride montsuz durulmuyordu. Evvelki ders Samet’in arka sırasında oturan Serhat’ı fena haşladığı için elleri ağrıyan öğretmen, tebeşiri İnek Özgür’e teslim etti, Özgür de iri harflerle toprakların savaşlarla kazanıldığını, zaferlerin de antlaşmalarla onandığını yazdı. Aylar sonra nöbetçi olduğunda tüm bunları anımsıyordu Samet. Ona anlatılanlar ile hayat bilgisini harmanlamış, nöbetçiliği, ikinci katın topraklarından mesul olmak zannetmişti. Savaşa girmeyecek, fakat içine düştüğü savaşları kazanmayı bilecekti. Başaramamıştı, öyle düşünüyordu. Nöbetçi kartını teslim etmek için müdür yardımcısının kapısını araladığında odanın boş olduğunu gördü. Kartı, kalın ciltli Milli Eğitim mevzuatının üzerine bıraktı. Mevzuatın cildine bulaşmış kan lekesini hiç mi hiç fark etmedi.
Kimi evlerin tuvalet penceresinden gözüken şimendifer, Ankara treninin teşrifiyle yeri göğü titretmiş, gecenin ağırlığı sokaklara üşüşmüştü. Mahallenin suları yine kesikti. Halis’in olayı her kulağa fısıldanmış, aynı süratle de unutuluvermişti. Hem Samet’in cinayeti anbean seyrettiği kimin aklına gelirdi, böyle şeyler hep uzakta yaşanır, başkalarının başına gelirdi. Trikocu Halis, olay yerinde hayatını kaybetti, ulusal gazete tüm mevzuyu bu cümleye sığdırdı, okuruna afiyetler diledi. Babası sanıyordu ki, Samet de olup biteni iki satırlık haber kadar bilecekti. Semt adlı küçük dünyanın insanları da, belki unutmayacaklardı fakat —sanki haberleşmiş gibi— Halis’in ve trikolarının adını anmaz olacaklardı. Çürük domatesler, defolu gömlekler yetecekti hepsine.
Sobanın odununu harlayan babası baktı ki Samet’in ağzını bıçak açmıyor, bir yoklayayım dedi. Bir yandan sırıtırken şöyle sordu, “Nasıldı oğlum keşik işi; hiç sesin çıkmıyor, çok mu yordular?” Samet babasına döndü, suratı nöbetini tuttuğu koridor duvarlarını kıskandıracak denli ölgündü. Birkaç ahenksiz kelime sarf etti, yeniden elindeki püskülü soymaya koyuldu. Gündüz şahit olduklarından kendini sorumlu tutuyordu bir bakıma, oysa pazar yeri onun mıntıkası mıydı sanki, ne yapabilirdi? Yine de içinin devinimi dinmek bilmedi. Yalnızca şunu düşünebildi, belki şimdiye elinde bir dilekçeyle, şehri çoktan terk etmiş Ankara treninde olmak daha yeğdi. Ankara’da metal disko topları binbir rengi etrafa saçabilirdi hem, en azından gerçeğini bilmedikçe bu ihtimali düşünmek güzeldi.
Yayın bilgisi
Bu öykü, ilk olarak Haydi Dergi’nin Mayıs-Haziran 2021 sayısında yayımlanmıştır.
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.