
Görkem Çolak
Tahliye hükmündeki belgelerimi önümde görünce ilk defa bu kadar korkunç, çiğ bir his düştü yüreğime. Bir yanda yarım yamalak tezkeremi almışlığın hevesi, diğer yanda eteğinde dönüp durduğum bir kör çıkmaz.
Ama her zaman böyledir – iyi adamlar ölüp gider, ötekilerse dalgasına bakar.
Raymond Carver
Harry'nin Ölümü
Hâlâ yağıyor mu, bilmiyorum. Binanın filmli camları dışarıdaki manzarayı filtreliyor ve görüş alanımı daraltıyor. Hemen karşımızda sıralanan fakülte binalarının karla kaplı çatı ve balkonlarını anca seçebiliyorum. Belki de durmuştur, başlayalı saatler oldu. Pencereye öyle yaklaşmışım, karşımda beliren yansımamın gözlerine öylesine dalmışım ki, ömür boyu saklamak zorunda kalacağım bir sırrı öğrenmeme ramak kalmış gibi. Hoş, göz altlarımdan yanaklarıma doğru inen iki derin şerit bana ne söyleyecekse. Filtreden kurtulan buruk günışığı bu çukurları gölgede bırakarak bana saldırıyor. Kemikli yüzüme, iri burnuma, tüm vücuduma hücum hâlinde. Oyalanmak için sığınacağım pek fazla meşgale kalmadığını hissediyorum, öte yandan, artık arkamda tavana asılı monitöre bakma ihtiyacı bile duymuyorum. Artık beklemek canımı sıkmıyor. Ekranının üzerindeki sayılar akıp gidiyor, artık oralı bile değilim. Sadece düşünecek daha mühim meseleler olduğunu biliyorum, bir de ne olduklarını bulabilsem.
Okula gelirken serviste pek kimseler yoktu. Direksiyondaki, adı neyse artık, yanına çağırdı beni. İki lafın belini kırarmışız. Olur dedim, geçtim. Yaşı hayli vardı. Belki de senelerdir aynı güzergahın üstünde mekik dokumaktan sıkılmıştır. Güneşliğinin üzerine iki tane fotoğraf sıkıştırmış, durup durup o fotoğraflara bakıyor. Konuşkan da. Dahası, sanki lafa acıkmış gibi ağzında şişire şişire konuşuyor. Eskiden, çok eskiden, bir bakanlıkta çalışıyormuş. Adını söyledi de, mesele değil şimdi. Telefonlara bakıyormuş. “Ben hiç yalakalık yapmadım biliyor musun,” dedi. Bu esnada arabada bir çift ayak sesi duyuldu, arkama baktım, herkes uyuyordu. “Neden?” dedim. “Bilmem ama yine olsam yine yapmazdım,” dedi. Fırsatı olmamıştır belki. “Sen hiç Milgram diye bir adam duydun mu?” dedim. “Yoo,” dedi, “niye ki?” Hiç, o seninle aynı fikirde değildi sanırım. Yol boyunca yüreğimi gitgide daha da kavuran bir ateşin varlığını hissettim durdum. Buradaki son günüm filan diye değil. Yanından geçip gittiğimiz otları saçaklı arsaların, kimsesiz tepelerin benden sonra da ömürlerini sürdüreceği, orada öylece bekleyecekleri var. Bu düşünce içimde acıyla filizleniverdi birden. Bilmem kaç bin metrelik otoyolun emniyet şeridinde yürüyen adamları anımsadım sonra, bugün yoklardı. Nereyeydi yolculukları, kimlerdi, kaç zaman daha böyle çırpınıp duracaklardı. Ölüm onları bu yolun kaçıncı rampasında bulacaktı. Bu kimsesiz düzlüklerin üzerinde dolaşan kedi, köpekleri kim besliyordu sonra, apansız yağmur, bitmek bilmez kar başladığı gibi hangi damın dibine tünerlerdi… bilmek olanaksız. O yüzden üzülmüyorum buradan çekip gittiğime, burada kalsam da bunlar muamma kalacaktı. Yalnızca bütün bunları fark etmek bugüne nasipmiş. Ben bu eteksiz dağların arasında kaybolurken direksiyondaki konuştu durdu. Askerliğini mi ne anlatıyordu ki uyumuşum, akabinde sürdürdü mü bilmem.
Camın önündeyim hâlâ. Arkamdaki koltuklardan bir bir kalkıp gidiyorlar. Hepsi de tanıdık yüzler sanki. Belki selamlaşmışızdır, ne bileyim. Derya Hanım’ın odası beş on adım kadar arkamda, kapısı durmadan açılıp kapanıyor. Tatil gününde bile yoğun işleri. Odaya girenlerden bazıları tam kapatamıyor kapısını, gerçi onların da kabahati yok. Kapının kolu yalama yapmış, içeriden tüm gücünüzle küremsi tokmağı tam sağa çevirip kapının üstüne doğru yaslanmanız lâzım. Yoksa tam kapanmıyor. Bazısı bunu ihmal ediyor, ben de ne konuştuklarını duyuyorum. Okul taksitini getiren var, altı defa başarısız olduğu ders için “Nasıl hâllederiz?” diye danışan var. Nasıl olacak kardeşim, paran varsa yedireceksin. Bunu sana Derya Hanım söylemez, sen getirirsen parayı sayar. O kadar. Tatil günlerinde sadece kendisi çalıştığı için borçlusundan arsızına kadar hepsi buraya geliyor. Bekleme odasına girince, sağınızda dev ekran bir televizyon kalıyor. Hangi sivri zekânın işiyse, sesini sonuna kadar açmışlar. Belgeseller, Nordik filmler dönüp duruyor. Aman ne güzel. Bir saat kadar önce alt kattaki kantine indim. Huysuz bir adam koymuşlar kasaya. Evvelden böyle değildi. Çay aldım, ben dışarıyı seyrederken elimde buz kesmiş, içilmez olmuş. Bardağı çöpe atmak için arkamı döndüm, çaprazımda esmer, irice bir çocuk. Suratı da beş karış, benle aynı sebepten ötürü gelmiş herhalde. Belli etmeme gayretinde ama ince ince titriyor. Ötekiliğin avcunda kaybolup gitmeyi sindirememiş, geçirmiş ellerini birbirine, öylece bekliyor.
Sabahleyin okula vardığımızda kar henüz döktürmüyordu. Direksiyondaki, o neşeli ses tonundan millerce uzakta, “Vardık kardeş,” diye dürttü beni. Uluorta uyumama bozuldu herhalde. Servis araçlarının art arda park ettiği asfalt yolun üzeri, evvelki gün yağan kardan kalanlarla kaplıydı. Kimi köşe yarım yamalak dolu, kimisi çamur, pislik içinde. Uyuyup uyanmışlığın verdiği tatlı sarhoşlukla yürürken buraya geldiğim ilk günleri hatırladım. Her köşede bir hatıraya rastladım, sanki dünyada bir cennet bahçesinde son voltalarımdı. Kendisini bu rüyalara kaptırırsa insan, bu cehennemden bile kopamaz. Yolu yok. Hoş, burada geçen yıllarım boyunca her ne olup bittiyse kimseye anlatmadım, yüreğime vakitsiz bir özlem uzanıvermesin diye anlatmadım. Ne özleyeceğim hem.
Başında dikildiğim pencere, en başta Fen-Edebiyat Fakültesini görüyor. İçeride ne fen, ne de edebiyattan katiyen anlamayan yığınla insandan ibaret bir aydın yetiştirme yuvası. Ders zamanı balkonları, bahçesi insan kaynar. Oturacak yer bulamazsın. Şimdi kara gözlü kargalar sekiyor kar yığıntılarının arasında. Gagalarında çakıl taşlarıyla birkaç metre kadar havalanıp taşları yere bırakıyorlar. Fakültenin önünde iki kedi koşuşturuyor. Ara sıra düşüp kalkıyor, daha ziyade savruluyorlar. Rüzgâr çıktı belli ki.
Bir an aklımdan Fatih’i aramak geçti. Fatih, geçen senenin bahar dönemi edebiyat dersi alırken tanıştığım çocuklardan. Sömestr tatillerinde okuldan bir yere ayrılmadığını hatırlıyorum. Filmden, müzikten kesiyordu. Böyle çocuklarla takılmayı seviyorum. Takılmak veya sömürmek, adı her neyse. Kadıköy’e gidecek son servise iki buçuk, Derya Hanım’ın sıkkın edasıyla adımı çağırmasına neredeyse iki saat var. Yazıcısı bozulduğu için imzalayıp vermesi gereken belgelerin çıktısını alamıyormuş, genel servis saat üçe doğru anca gelirmiş. Külahıma anlatsın. Telefona sarıldığımda bir an tereddüt ettimse de geri durmadım. Meşgulse açmazdı zaten. İsmini tuşladım, aradım, açmadı. Telefonu cebime koyup etrafı seyretmeye devam ettim. Kafamın içinde köşe kapmaca oynadığım düşüncelerden firar etmek nafile. Ayrıca nereye kadar bu kaçış; kime, hangi yöne doğru koşuyorum… Keşke bir bilsem.
İki adım kadar geri çekilip koltuktaki çocuğun suratını izlemeye koyuldum. İki çöp torbasıydık burada. İki angarya. İki ucube. Bir an önce ne lâzımsa elimize tutuşturup bizi sepetlemek istedikleri belliydi. Ne ki, teknik aksaklıklar tutuyordu bizi burada. Evet, bu eğitim cennetinin kopan iki serçe parmağı olarak, bizi bağlı tutan son doku bir aksaklıktı. Başarısızlık burada çalışan insanlar için kabul edilemez bir acziyet hâlidir. Bir noktada onları da anlayabiliyorum. Diğer yandan, meselenin bizimle alakası bile yok. Tek soru haricinde kafamda hiçbir mesele de çözülmemiş değil. O meseleyse ihtimallerin eteğinde çağıldayıp durduğum bir pınar. Bir patika ki, ne ötesi belli ne de başı. Yaşamak düzeneğinin yükü mü binecek omuzlarıma, yoksa sürgünüm başka köşelerde mi sürecek çilesi. Buradan çıkıp gidince ne olacak. Ne bu sürgünü sürdürecek denli cesaretliyim, ne de para saymayı bilirim. Önümdeki yolları, yaşantı pasajlarını tasavvur etme gayretindeyken telefonum çaldı.
“Tıraş oluyordum biraderim, duymamışım.” Selam sabah fasıllarını geçtim, “Okulda mısın Fatih?” dedim. Belki burada kalan saatlerimi daha az can sıkıcı hâle getirirsin. Belki okuldan ayrıldığımı önümüzdeki dönem fark edersin, B36 otoparkının berisindeki büfede yokluğum dikkatini deşer. Belki gerçek çöp torbasının kim olduğunu bir gün idrak eder de buradaki arkadaşlara anlatmak istersin. Benim gücüm kalmadı zira. “Okuldayım dostum, neden sordun?” “Ben de buralardayım da, bir şeyler içelim mi abi?” Abi. Bir şeyler içelim mi abi. Oldum olası sizden evvel doğmuş olan öz veya üvey kardeşiniz hariç herkese karşı kullanılan abi lafından da, bu lafın çekingen bir samimiyet emaresi olmasından da nefret ettim. Ne var ki buradaysan, buranın mürekkep zehirlenmesi geçiren genç beyinleriyle böyle anlaşıyorsun. Burayı gerçekten seversen kendine bir hesap vermen bile gerekmiyor.
On dakika içinde büfenin önünde buluşmak üzere sözleştik. Telefonu kapattığım anda ikimizin de bundan ötürü pişmanlık duyduğuna eminim. Keşke aramasaydım, keşke bir bahane türetseydi. Yapamaz mıydı sanki. Gözlerimi saatlerdir diktiğim manzaradan aldığımda bir an bekleme odasını bembeyaz gördüm. Bu deformasyon birkaç dakika kadar sürdü. Yanından geçip giderken benimle birlikte teknik servisi bekleyen iri çocuğun televizyona daldığını fark ettim. Az önceki Nordik film sonlanmış, evvelden izlediğim bağımsız bir Amerikan filmi başlamıştı. Bir filmin Amerikan yapımıyken ne kadar bağımsız olabileceği bir yana, bu televizyonda oynayanı sahiden sevmediğimi hatırlıyorum. Filmde bir şair yazdığı paçavra şiirleri baş tacı belliyor, sonra da köpeği bütün şiirlerini yazdığı defteri paramparça ediyordu. Çocuğun izlediği filmle kendisi arasındaki kordon bağını idrak edemediğine emindim. Bir kâğıt parçasına telefon numaramı yazıp Derya Hanım’ın yanına girdim, bir saat kadar okulun postanesinde olacağımı söyledim. Eğer ekip beklediğinden erken gelirse beni arayacaktı. Kadın arkamdan postanenin bugün kapalı olduğunu duyurmaya çalışırken merdivenleri yarılamıştım.
Büfeye giden patikaya çıktığımda Fatih’in beni beklediğini gördümse de bir süre için görmezden geldim. Bir buluşma yerine doğru yürürken beni her kim bekliyorsa, onlarca metre kala göz göze gelince ne yapılır, hiç kestiremem. Hele ki böyle müşkülpesent tiplere karşı. Yanına vardığımda iki canciğer dost gibi sıkı sıkı sarıldık. “Hayırdır abi, ne işin var burada?” dedi. Okul taksitini ödemeye geldim, aman iki gün gecikmesin, dakika başı arayıp duruyorlar, dedim. Asıl hikâyeyi okumaya gerek yok, beni son kez gördüğünü bilmesine de. Tam burslu olduğu için böyle işlerin nasıl yürüdüğümü hiç bilmediğini söyledi, akabinde bir kahkaha. Güzel şaka Fatih, acaba anlayamadığın kaç tane şakayla birlikte gömüleceksin. Bunu ona söylemedim. Büfe kapalıydı, süreksiz laflar eşliğinde taş merdivenlerden Mühendislik Fakültesinin girişindeki kafeye çıktık. İçeride dört, belki beş masa doluydu. Hayret. Karlar tavandaki ısıtıcıların sıcağıyla eriyor, kırkbeş yaşlarında, pos bıyıklı sıska bir adam tentenin altında birikmiş suları çekçekle dışarı iteliyordu. Köşede bir masaya geçtik. Karşımızda üç tane kadın oturuyor, kahve fincanlarının soğumasını beklerken gürültüyle sohbet ediyorlardı. Bakın, biz buradayız der gibi bir hâlleri vardı. Ne fark edecekse. Fatih’le ne konuştuğumuzunsa pek bir önemi yok. Birkaç vizyon filmi, bolca Radiohead güzellemesi ve Fatih’in üzerime kustuğu güncellenmiş başarı öyküleri. O kadar. Bir saati aşkın vakti böyle kül ettik.
Öğrenci İşleri binasına döndüğümde bekleme salonunda iri çocuktan başka kimse kalmamış, Derya Hanım da odasında değildi. Koca odada bir ben, bir o. Televizyondaki film devam ededursun, herif artık oralı bile değildi. Oturduğu köşeden diklenmiş, pencere başı nöbetini benden devralmış. Kargaları, balkonları seyrediyor, doğrusu içten içe kayboluyor da. Belki, dedim, paradan sebep bırakıyordur burayı. Eğer öyleyse ne yazık. Belki de atılmıştır. Ne fark eder, elden ne gelir. Sebebi her ne külfetse canına darlık getirmiş, omuzlarına binmiş. Pencerenin önüne yürüyüp çocuğun yüzüne bakmadan dostane laflar savurmak istedim, benim de içime su serpilirdi belki. Yok dedim sonra. Şu salonda oturmuş hiç kimse onu benim kadar iyi anlamazdı. O yüzden vazgeçtim belki. Ben olsam bana ilişmesinler isterdim. Kendi köşelerinde kalsınlar, kendi sıkletlerinde dövüşsün, kendi meselelerine salça olsunlar. Ellerindekini bana bulaştırmasınlar, yeter. Bunu dilerdim. Çocuğu kendi hâline bırakıp koltuklardan birine serildim. Televizyonda doksanlar şarkılarının klipleri dönmeye başlamıştı. Derya Hanım’dan ses seda yoktu, seyre daldım. Oynayan kliplerden sanıyorum dördüncüsüydü, elinde meşaleyle bir adam kendi gölgesiyle çarpışıyor, kollarındaki iki sörf tahtasıyla havada süzülüyor, kartondan bir ejderhadan kaçıyor ve ölüyordu. Ben klibi seyrederken çocuk cam kenarından bana doğru seslendi, “Derya Hanım ne zamana burada olur, biliyor musun?” “Hiç bilmiyorum, ana kapıya inmiştir belki. Teknik servisi almaya.” “Anladım, inşallah.” Çocuk önüne döndü ama sanki konuştuklarımız havada kalmış, satır sonu gelmemişti. “Kadıköy servisine mi yetişeceksin,” dedim, “saat dört buçuktakine?” Bu defa bana döndüğünde o kadar çekingendi ki, başını güçbela aşağı yukarı sallayıp manzarasına geri çekildi. Ben de üzerine varmadım.
Kırk dakika kadar sonra yüksek topuklarının mermerle buluşmasından yükselen şakırtılar, Derya Hanım’ın geri döndüğünü önden müjdeledi. Alet çantalarıyla iki adam, kadının hemen arkasında odaya girdiler. Adamlar işlerine koyulur koyulmaz bu başladı. Yazıcısı kaç aydır tutukluk yapıyormuş, bunun artık kaçıncı servis çağırışı olduğunu sayamamış, yeni bir makine almaları için dilekçe yazmış ancak neredeymiş o günler. Sanki zorundaymış gibi anlattı durdu. Sessizlikten korktuğu çok belliydi, buraya ait insanlarda vardır bu. Şaşalı diyaloglar sustuğu anda namlularının dumanını seyretmek zor gözükür. Bakışlar hissiyatları ele verir, ki bu güruhun felaketidir. Her nefes aralığına laflar tıkıştırır, aceleyle yaşayıp giderler. Herifler kaçamak yanıtlarla Derya Hanım’ı geçiştiriyor, belli ki ellerindeki işi derhal bitirip dalgalarına bakmak istiyorlardı. Tamirat on beş dakika kadar sürdü. Bu esnada iri arkadaş herhalde ihtiyaç gidermeye filan gitmiş, uzunca bir süre gelmemişti. Bense önümdeki sehpadan seçmece kadın dergileri alıp yaza daha fit girmenin yolları ve televizyon ünlülerinin seks hayatı konusundaki harlı merakımı gideriyordum. Çok geçmedi, alet çantalı adamlar süratle merdivenlerde kayboldular. Kadıköy servisine bir saat kalmıştı.
Derya Hanım usanmış hâlde adımı çağırdıktan saliseler sonra odasındaydım. Bütün ağırlığımı vererek kapısını kapattım, ve tabii tokmağı göz ardı etmeden yaptım bunu. Masasının önündeki rahatsız misafir koltuğuna oturmuş, elindeki işlerinden kafasını kaldırıp benimle ilgilenmesini bekliyordum. Bu bekleyiş dakikalarca sürdü.
“Hah canım, ne vardı şimdi senin?”
Neyim olduğunu bal gibi biliyordu, işi buydu. Ay sonları banka hesabına yatırılan, bu işlem yarım gün aksadığında bile ortalığı ayağa kaldırmasına vesile olan paranın neredeyse tek karşılığı bu belgelerdi. Her biri bilgisayarının masaüstünde alt alta dizilmiş on, on beş kadar dosya. Hemen hepsi birer sayfa ve kadının başka hiçbir profesyonel meşgalesi bulunmuyor. Ne ki, buradan sepetlenen öğrencilere ne kadar angarya olduklarını hissettirmede üstüne yoktur. Derya Hanım, kurumsal hayatınızın kurmalı personeli. Deposu dolduğu kadar çalışır, deposu almıyorsa aklını da pek zorlamaz. Bu eğitim vahasına yaraşır bir çalışan ahlakına sahiptir.
“Transkript, okul taksitlerinin dekontu, öğrenci belgesi, bir de şey, lise mezuniyet belgemi alabiliyor muyum?”
“Evet canım, biz veriyoruz onu da.”
“Peki, alayım o zaman. İmzalı olacak ama…”
“E tabi.”
Az önce tamir edilen yazıcıdan sızmakta olan mürekkep ve hamur kokusunu ciğerlerimde gezdirirken kapı çaldı. Bekleme odasındaki arkadaş. Rengi bembeyaz olmuş, sanki yarım saat içinde onlarca kilo vermiş, un ufak olmuş. Diğer taraftan, pencere pervazlarının bile titrediği şu günde nasıl becerdiyse kan ter içinde kalmış. Son gününün sancısıyla yüzleşiyor besbelli.
“Pek vaktim kalmadı da, son durum nedir Derya Hanım?”
“Birazdan hazır olacak canım. Seninkiler de geçiş içindi değil mi? Bekleme dışarda, geç şöyle.”
Çocuğu eliyle karşıma buyur etmesiyle birlikte, sandalyesiyle sol arkasında kalan pencereye doğru süratle kaydı. Camın önündeki mini teybi açtı, kanalları birkaç saniye kadar yokladıktan sonra sakin bir şarkıda kaldı. Radyoyu yerine koydu ve dumanı üstünde son kâğıdı da yazıcının ağzından aldı. Geriye imzalar kalmış, bu esnada esmer çocuk tam karşımdaki öteki rahatsız koltuğa sanki yığılmıştı.
Tahliye hükmündeki belgelerimi önümde görünce ilk defa bu kadar korkunç, çiğ bir his düştü yüreğime. Bir yanda yarım yamalak tezkeremi almışlığın hevesi, diğer yanda eteğinde dönüp durduğum bir kör çıkmaz. Aynı düşünceler, patikalar kafamın içinde uzanmış, her defasında başka sancı ve kılıflarla belli ediyorlar kendilerini. Aynı sokakta yürüdüğüm her gün farklı dükkânlara uğruyormuş, tek bir şehri her gece farklı bir tepeden seyrediyormuşum gibi. Geriye kalansa birer imza, hepsi Derya Hanım’ın kalın, yüzüklü parmaklarına bakıyor. Böyle keskin anların daha belirgin işaretlerle çizilmesini istiyor insan, elinde neyin kaldığını, neyin uçup gittiğini daha rahat idrak edebilmek için. İdrak etmek bu gibi havasız odalarda güç bir uğraş hâline geliyor.
Masanın üzerinde bir titremeyle irkildik, radyodan yükselen sakin tını bile duyulmaz oldu. Derya Hanım’ın telefonu. Kimin aradığına önce bir göz attı, kalemliğinden dolma kalemini aldı, güya bakmayacaktı ama dayanamadı. “Çocuklar,” dedi, “buna cevap vermem lazım. Hemen geliyorum.” Neredeyse senkronize olarak başımızla onayladık ve sanırım ikimizin de sabrını o anda taşırdı. Ritimsiz adımlarla kapıyı açtı, ancak tam kapatamadı.
Derya Hanım’ın dağınık odasında çocukla baş başa kaldık. Adını bile bilmediğim, üç sene boyunca bir defa bile rastlamadığım bir tip. Görsem de hatırlamazdım, hâli, siması öyle silikti ki. Alnından, şakaklarından ter damlaları düşüyor. Gözlerinin içine ne kadar baktımsa da fayda etmedi, kafasını önünden bir an olsun kaldırmıyor. Bir süre solumda kalan dünya atlasını, çerçeveli fotoğrafları, kâğıt balyalarını göz ucuyla seyrettim. Radyodaki şarkı sekansının sonlandığına gürültülü hava durumu jeneriğiyle uyandık. Masanın üzerindeki uyduruk oyuncaklardan birine uzandım, kurmalı bir dinozor. Zımbırtısını çevirdim, çevirdim, çevirdim. Sehpanın üzerine bıraktım, ayakları üzerinde cızırdayarak robotik adımlarla yürüyor. Çocuk kafasını kaldırdı, bir süre ikimiz de dinozoru seyrettik. Herifin suratında ne iyi veya kötü bir ifade, ne de bakışlarında bir rahatsızlık. Adamı deli eder. Dinozoru yerine bıraktım, yanındakini aldım. Bir yarış atı, üzerinde de jokey. Jokeyin kafasına vurduğunuzda iki yana doğru sallanıyor. Derya Hanım’ın sesi koridorun uzaklarından geliyor ve kahkahalar ve gergin ünlemleri birbirini takip ediyor. İşim birer imzaya kalmışken hâlâ beklemek canımı sıktı. Bir iyi niyet bu kadar suistimal edilebilir. Naçar hâlde radyoda hava durumuna kulak kesildim, eğer yeniden yağmaya başladıysa vay hâlime.
Bu arada çocuk, sanki hakikatli bir laf edecekmiş gibi çeviklik içinde gözlerime baktı, aynı süratle eğdi başını. Bir diyeceği varsa mutlaka söylerdi, ondan evvel herhangi bir laf etmeme inadındaydım. Hava durumuna kulak kesildim. Spikerin alışılagelmişin dışında bir tarzı vardı. Tarz denebilirse. Fonda az evvelkinden millerce janr uzakta popüler bir şarkı müsveddesi, kâh kısılıyor kâh yükseliyor, gençten bir spiker gevrek gevrek konuşuyordu.
“Ev-vet, İstanbul’a bakıyoruz… Ooo! İstanbul kar yağışına bu sabah merhaba dedi, ancak hoşça kal diyecek gibi durmuyor. İzmir’se bildiğimiz gibi, cıvvıl cıvvvıl!” Bu esnada çirkin şakasını bilgisayar bazlı kahkahayla destekleyerek “Hadi gülün!” demeye getiriyor ve şarkı birkaç saniye yükselip yeniden kısılıyordu. “Evet, İzmir yağmurlu, sırada Kahramanmaraş…”
Artık omuriliğimden enseme ve oradan da kulaklarıma doğru süzülen bir öfkeyi iyiden iyiye hissetmeye başladım. Derya Hanım’ın ötelerde yankılanan şen kahkahaları damarıma basıyor, nefesimi daraltıyordu. Buna karşın herifte tık yoktu, arada bir tişörtünü silkeleyip göbeğini havalandırıyordu, o kadar. Hava durumu, vızıldayarak kötü esprilerini sunan bir radyocunun başarısız sahne şovuna dönüşürken gürültüler giderek daha da kulaklarımda patlamaya başladı. Saniyeler sanki devasa bir sakızın yassı, ıslak yüzeyi gibi uzadıkça uzuyordu. Sonsuzluğa açılan bir penceredeydik, buna emindim. Memleketin bütün şehirleri yersiz şakalara karışıp giderken, Derya Hanım’ı boğazlamak arzusu bileklerimi sarıyor, her bir dakikayı daha da uzatıyordu.
“Bir şey söylemem lazım.”
İri herif, umarsızların elçisi, tam zamanını seçmişti konuşmak için. Ter damlaları içinde kalmış yanaklı suratı bana dikilmiş, gözlerime bakıyor. Saatler geçtikçe kesikli duygu değişimine tanık olduğum adam, bir cümleyle bütün sessizliği yarıp geçmişti. Aslında oda sessiz değildi, hatta gürültülü bile sayılabilirdi ancak her bir ses kaynağından öylesine uzaklaşmıştım ki gerçek bir kelime işitince ensesine yapıştım.
“Buyrun?”
“Benim adım Jerome. Ben…”
“Davut ben de. Memn…”
“Ben çok kötüyüm.”
“Hayırdır, geçiş yaptığınız için mi?”
“Söyleyemem… Ama evet. Geçiş yaptığım için, bu yüzden.”
“Ne diyebilirim, üzüntünüzü anlıyorum ama zaman içinde insan neye alışmıyor ki Jerome Bey. Boş verin. Dağına göre kar demişler.”
Çocuk nezaket gereği bile olsa mesnetsiz laflarımın yüreğine dokunmasına izin vermiyordu. Ayaklarımın dibinde bir noktaya odaklanmış, kafasını kaldırmadan oraya bakıyor, arada bir elinin tersiyle alnını silip duruyor. Sanki derdi anlattığından çok daha derin, belki daha farklı, bambaşka bir köşesinde kalbinin. Kendisi bile bilmiyor belki, halıdaki motiflerin arasında debeleniyor. Bir kelime daha etmedim, belli ki Jerome de duymaya pek gönüllü değildi.
Hacimli kahkaha sesleri giderek yaklaştı, yaklaştı ve ahşap kapının önünde aceleci bir veda ünlemiyle sonlandı. Derya Hanım içerideydi, “Çocuklar kusura bakmayın, saat de dördü geçmiş, hemen halledelim şu işleri de kapatalım.” Radyodaki hava durumu işkencesi son bulmuş, duvardaki saatin kulak tırmalayan tıkırtıları daha da belirgin olmuştu. Kırk dakika önceki uyuşmuş, hâlden anlamaz kadın gitti de elleri iş bilen bir çalışan geldi sanki yerine. Çevik hareketler eşliğinde belgeleri hemen toparladı, imzaladı ve masasının üzerini aramaya başladı. Önündeki bütün kâğıtları kaldırdı, oyuncaklarının arkasına, çekmecelerine, hatta pencerenin önüne bile göz gezdirdi. “Allah Allaaah… daha demin buradaydı ama. Çocuklar ya,” dedi, “zımba makinem vardı burada, büyük de bir şey, gördünüz mü?” Hayır Derya Hanım, haberimiz yok. Hayır tabii, belgeleri zımbalamadan vermenizde hiçbir sakınca yok. Teşekkür ederiz, biz de size hayatta başarılar dileriz. Sonrasında pişmanlık duyacağımız bir karar verdiğimizi hiç sanmıyoruz. Yine de eksik olmayın. Sakın eksik olmayın.
Nihayet Öğrenci İşlerinden çıktığımda, kendimi apar topar servis araçlarına koştururken buldum. Rüzgâr bu kaygan düzlükte son defa nefesimi kesiyordu. Son turumdu burada. Alelacele, neşesiz bir veda. Kesif bir coşku duydum, etrafta kimseler yoktu. Elimdeki kâğıtlarla düşe kalka servisi buldum, büfeyi son defa uzaktan seyrettim. Kendimi arkalarda bir koltuğa attım. Hangi arada geldiyse Jerome de ön sıradaydı. Suratımı avuçlarımın arasına aldım, nihayet, dedim, nihayet son buldu. Belki de sonsuza kadar sürecekti. Hareket saati geldi, kapılar kapandı, paralar toplandı ve yola çıktık. Nedendir bilmem, dönüş yolunda başı boş tarlalarla, tepelerle pek göz göze gelmedik. Issız otoyolda yağ gibi akıyorduk. Bir süreliğine sahiden bir şey düşünmem bile gerekmediğini biliyordum. Huzurla doldum. Yalnız, yolculuk sırasında Fatih aradı. Açmadım, buluşup saatlerce lafladıktan sonra telefonda da çene çalan tiplerden pek hazzetmem. Çaldı, çaldı, sustu. Çok geçmedi, bir mesaj geldi. “Oğlum Davut, Öğrenci İşlerinin kantincisini öldürmüşler. Duydun mu?” Okudum, yanıtlamadım. Eğitim cennetinin masa ve sandalyeleri bir yana, insanlarına bile kayıtsızdım artık. Mesajı bir çırpıda sildim. Yeniden gökyüzünden düşmeye başlayan iri kar tanelerine daldım ve gözlerimi kapattım. Uyandığımda yerler sahiden bembeyazdı.
Katkıda bulunanlar

Görkem Çolak
Yazar
Eylül 1997’de İstanbul’da doğdum. Psikoloji mezunuyum. Dijital ürün tasarımı alanında çalışıyorum, okuma yazmayı öğrendiğim vakitlerden beridir öykü, deneme ve incelemeler yazıyorum. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum.